İçeriğe geç

MAMAN

afgan çocuk

İlk gördüğümde, belki de aylardır ilk kez gördüğü sıcak ve temiz yatakta uyuyordu. Çekik gözleri, tombul yanakları ve kavruk teni ile bütün çocuklar kadar sevimli; soluk teni, bitkin bakışları ile hastane kadar soğuktu. Babası başında bekliyor, sorulara cevap veremiyor, başını iki yana sallayıp anlamadığını söylüyordu. Anlayabildiğimiz tek şey babanın gözlerinde ki çaresizlikdi.

Doktorundan hademesine kadar bütün hastane seferber olmuş, el kol hareketleriyle bir şey anlatabilme peşindeydi. Bir tür oyun olmuştu sanki, sessiz sinemanın bütün teknikleri kullanılıyor, gülüşmeler odayı dolduruyordu. Babası da artık olanları gülümsemeyle karşılıyor, başını iki yana sallamayı ihmal etmiyordu. Hademeler kendi aralarında toplanıp, oynamaya başlamışken hemşireler odaya girdi, ilki ‘’dün İngilizce sordum’’ cevap vermedi dedi, öteki ekledi ‘’biliyorsunuz ya benim çocukluğum Almanya’da geçti, Almanca dahi bilmiyorlar’’ diyerek kahkaha attı. Bu oyuna bir tek çekik gözlü çocuk katılmıyordu. Gözleriyle olanları takip ediyordu.

Çekik gözlü çocukla ilk kez ben iletişime geçtim. Muayenesini yaparken morarmış koluna dokunduğumda ‘’ah’’ dedi. İlk ve son konuşabilen ben olmuştum. Acı bütün dillerde aynı anlama geliyordu sanırım…

Ertesi gün Afgan bir öğrenci çıkageldi. Ondan öğrendiğimize göre doğuştan böbrek hastasıydı, iki yaşından beri diyalize giriyordu. On gündür yollardaydı ve diyalize girememişti. El kol hareketleriyle en son ne zaman diyalize girdiğini sormak imkansızdı sanırım, hastalığının ne zamandır olduğunu deneyenler olmadı değil, ama hep başarısız olmuştuk.

Afganistan’dan, İran’a, İran’dan, Türkiye’ye gelmişler, sonsuz umutlarını birkaç parça eşyalarının yanına koyup, mülteci namı altında, tanımadıkları insanların inanmadıkları insaflarına sığınıp yola koyulmuşlar.

Konuşmayı çok istedim çekik gözlü çocukla, vatanından ayrı olmanın ne demek olduğunu sormayı, kimseyi anlayamamanın ve kimseye derdini anlatamamanın ne olduğu sormak isterdim. Uzun uzun konuşmak isterdim hasret ne demek diye, hani  sana gülüyorlar, ve senin canın acıyor ya, hastasın ya; ne hissediyorsun diye sormak isterdim. Bir de çizgi filme bakıyordun ya hani, seviyormuydun sahiden anlamasanda.

Gözlerine baktım uzun uzun, o da benimkilere. Ben ne sordum, o ne anlattı bilmiyorum. Uçsuz bucaksız ovalarından, evinden, kardeşlerinden mi bahsetti bilmiyorum. Sanırım büyük adamların kavgalarından hiç bahsetmedik, dem vurmadık savaşın gereksizliğinden. Bir tek annesini soramadım, üzülür diye. O da annesinin yolda ya da savaşta öldüğünü söyleyemedi, ben üzülürüm diye. Dost olmuştuk, gülümsüyordu bana acılarını duymazdan gelerek. Naneli şeker verdim, önce yüzünü buruşturdu ama sevmişti. Güldük ikimizde. Her gün şeker götürdüm ona, portakallı, elmalı, vişneli…

Durumu her geçen gün kötüleşti çekik gözlü çocuğun, gözlerini açamıyordu, artık yalnız kalmıştım. Dostum konuşmaz, bense soru soramaz olmuştum. O çok sevdiği şekerleri bile yiyemiyordu artık.

O gün sabah bütün şekerlerden almıştım, biliyordum yiyemeyecekti ama olsun elim boş gitmek istemedim. Zor nefes alıp veriyordu, kan değerleri yükselmiş, kalbinin ritimleri düzensiz olmuştu. Zor bela gözlerini açtı, ufak bir gülümseme kondurdu dudağına. O hiç ağlamamıştı ama bozacaktım bu sefer ben oyunu istemeden, engel olamadım o birkaç damla yaşa. ‘’Maman’’ dedi ve çekik gözlü çocuk veda etti.

Birkaç gün sonra hatırladım son sözünü, veda ederken ne söylemişti dostum. Arayıp buldum anlamını, küçük çekik gözlü çocuğun son sözü ‘’Anne’’ olmuştu. Topu topu iki kelime söylemişti işte,

‘’Ah anne’’…