İçeriğe geç

Kekeme-IV

“Bir sonuca varmadan dağılan binlerce konuşmanın acısı çöktü içine. Ölü doğduğu için, kimsenin içine işlemediği için hemen unutulan binlerce sözün ağırlığını duydu.”

İnsanı, aslında hiç olmadığı bir “kendiyle” yüzleştirmeye çalışıyorlar. O vakit “bu, ben değilim” demenin de hiçbir anlamı kalmıyor. Anlamının kalmadığı yerde kapına bırakılmış bu paketi kabul etmeye zorlanıyorsun. Bütün yanlış görmelerin, yanlış telakkilerin yonttuğu bu “kendini”, bütün reddedişlerini de yutarak kabul edince aslında en büyük inkârın kapısından giriyorsun. Bu, benim kaldırabileceğim bir şey değil.

Ulaşabildiğin ne kadar çare varsa başvurup hakkını arayanın “çirkinleşmekle” itham edildiği, bütün çareleri tüketirken, kendini de tüketene “psikolojik sorunlardan” bir tanı listesi hazırlandığı insan havuzunda, hiçbir sebep onları ikna etmeyecek. Kelimelerini çoktan almış oluyorlar senden zaten. Zırhladığın göğsünde dinlendirip demlediğin cümlelerin hiçbir kifayeti kalmıyor. Sana, sargıları açılır açılmaz kalınlığı gören, incelikleri dahi kalın gören, kapaklarını yeni kaldırmış bir gözle bakıyorlar. Böyle bir gözün, aslında seni sen yapan incelikleri görmek için kendisini kısarak bakmaya tenezzül etmesine de imkân yok. Öyle bir kaygısı olacağını da zannetmiyorum.

Elbette ruhunun, kimseye göstermediğin, ar ettiğin ve yok edemeyeceğin kalınlıkları var. Ama onları sırlamanın aslında seni güçlü kıldığını yok sayarak üzerine geliyorlar. Bir yara gibi sarılacak yerlerin, vurulacak yerler olarak işaretlenmiş ve “sen busun işte!” diye haykıran aynı parmak yüzüne doğrultulmuş. O vakit kendini, yönetmenini bildiğin, karamsarlığını, bakışını ezberlediğin ve sonunu da tahmin ettiğin bir filmin içinde buluyorsun. Sen istiyorsun ki filmin en güzel sahnesinde esas kıza kendimden bir şeyler söyleyeyim. Sana yazılan sözleri, sıran geldiğinde söylemek dışında bir rolün yok hâlbuki. Söylesen de metnin dışına çıkamıyor kimse. Bu da benim kaldırabileceğim bir şey değil.

“Bütün dünyaya karşı susar. Dünya bu susuşu dinlemez. Kahramanın gözleri dolar”

Susmanın seni zımni bir kabule ittiğini görüyorsun. Konuşmak istiyorsun. Ve dinlenilmek… Hakikaten dinlenilmeyi, incecik bir dalı tellerden kurtarır gibi sorulan “nasılsın?” sorusuna vereceğin cevabın dinlenilmesini nasıl istiyorsan öyle istiyorsun. Fakat dinlenilmekteki edilgenliğin insafına da kendini bırakamıyorsun. İçinde taşıdığın “ya baktıkları gibi dinlerlerse” endişesi senin boğazını sıkıyor. Aldıkları kelimeleri, içinden tekrar dokuyup çıkarmaya çalışırken sen, genzinde bir hırıltı büyüyor. Ne varsa dökülüyor ağzından… Godard’ın esas kızı gelip yüzüne repliğini söylüyor; “…ne kadar çok konuşursak, kelimeler de anlamlarını o kadar yitiriyor.”

Telaşla masayı toplarken sehpayı düşürüyorsun ve tam onu ayağınla dengelemeye çalışırken elinde ne varsa döküp kırıyorsun. Onlar ise seçip de duyabildiklerinden, hep diktikleri o elbiseyi dikiyorlar bakabildiklerine.

Bakma sen yazılanlara. Aslında çok konuşmuyorsun ama dedim ya kimse metnin dışına çıkamıyor. Senin kelimelerini almışlar. Bu telaşın ondan.

Seni, hiç olmadığın bir “sen” ile muhatap etmişler ve sen ona karşı kendini savunmak ile söndürmüşsün göğsünü. Bak hâlâ ona yazıyorsun. Her ne kadar “bu benim kaldırabileceğim bir şey değil” diyorsan da sırtında bu yük ile buradasın.