İçeriğe geç

Kekeme-III

Açıkça söylenmemiş olanlar, bir saz telinin uzaklarda tınlamasının yankılarında, insana belirli bir şekil çizmeyen seslerde ifade bulurdu”

Seni güzel bir resme çizmişler. Yumru yumru elleriyle kalem tutan bir çocuğun beyaz sayfasına. Evinin arkasındaki dağlardan, evinin yanından geçerek giden bir akarsuyun kenarındaki ağacın altındasın. Ağacın gölgesi yok ama belli ki serinlik gelmiş üzerine. Telaş ve yorgunluk kalmamış gözlerinde. Seni yaşlandıran ne varsa, orada yok. Perdeleri, pencerenin alt köşelerine doğru açılmış ferah bir evin var. Yüzünde yüzlerce gülümseme. Gülüyorsun ve resimden çıkan bir el insanın kuru kalbine dokunuyor.

Güneşli havada, sanki evin kalbinin attığını gösterir gibi bacadan çıkan duman, gülümseyen bulutlara süzülüyor. Çiçekler toprağı deler gibi çıkmışlar. Çiçeklerin yanında kabuğu özenle çizilmiş bir kaplumbağa. Belli, seni ikindi güneşi aydınlatıyor. Gözükmüyor ama başucunda dupduru bir sekînet. Kalbinin kırmızısı dışarı taşmış.

“… geriye alınmış defterin bizde dolduramadığı büyük bir boşluk ve derin bir izzet-i nefis yarası ve bir parça da kine yakın in­fial var.”

Beni ise sanki bütün sayfalardan silmişler ve o da yetmemiş, mürekkep ile buluştuğum sayfaları da yırtmışlar gibi. Delikanlılık çağlarımın en güzel günlerine giydirdiğim uzun siyah paltomla, gölgeme düşen gölgenden kaçarken, buzlu kaldırımlarda kayıp düştüğüm boyasız iskarpinlerimle, mutlu ya da mutsuz olduğuma dair herhangi bir emare taşımayan ifadesiz suratımla, duvara kızgınlıkla yumruk attığım ellerimle hiçbir resimde yokum.

Ne bir ağaç gölgesi ne de dağ eteği… Ne yağmur altında elleri cebinde ıslanmış olarak ne de rüzgârdan ağzını yüzünü sarmış olarak… Ne bir pınarın başında ne de bir duvarın üstünde… Hiçbir yerde yokum. Gidiş yollarına tereddütle giren, dönüş yollarını kendisi yok eden birine kimsenin bir yol çizeceğini de zannetmiyorum. Yine de Necdet’in, en manalı cümleleri kurma kabiliyeti olsa dahi içinde doğan cenneti ve cehennemi anlatamayacağını itiraf ettiği mektubunu, Bülent’in ise ne vakit karşısına bir cennet çıksa sırtında hissettiği kovuluş tokatlarını, Turhan’ın ümitsizliğin son safhasında bir kurşunla intihar etmeyi düşündüğü zamanlarda gözünü diktiği duvarı, Nûran’ın isyan ve dua ile karışık bir şekilde, toplanması için haykırdığı kırılan belkemiğini, çekip alınan mihverini çizseydiniz eğer, kendime o çizgilerde bir yer bulabilirdim.

Bulamadım.

Beni, akan bir suya anlatmışlar çünkü. Bulamazdım da… Ne döküldüğüm bir deniz var sonda ne de bağlandığım bir ırmak yanda. Bembeyaz sayfaya göğü dikecek ne kadar mavi varsa, seninle benim aynı göğün altında olma ihtimalini de onunla beraber sıyırmışlar.

Beni, senin yanına da çizebilirlerdi hâlbuki.