İçeriğe geç

Kekeme-II

“çoğu zaman pek zayıf bir kelimecik, güçsüz omuzlarına taşıyamayacağı yükler yüklenir…”

Her şeyden kaçıp geldiğim bu göğü siyah, simsiyah, bu yeri sarı, sapsarı “dünyada”, her satırda aranmaktan yoruluyor insan. Kimseler görmesin diye duvarın arkasında, gizli gizli ve hızlı hızlı sigara içer gibi saklanmaktan, kendimi de koyduğum yeri unuttum. Herkesi ve her şeyi kelimelerle sırlamak kolay. Ben kendimi koyduğum yeri unutmuşken, yine de kendimi bir yerde ele veriyor olacağım ki; oradan birisi, bir kelimeyi kaldırıyor ve işaret parmağını tam alnıma hedefleyerek “işteeee” diye bağırıyor, “işteee oradaaa!” Yalvarıyorum susması için. Bir yandan öfkeyle dişlerimi sıkarken diğer yandan da korkuyorum herkes başıma üşüşecek diye. İşaret parmağını sallarken bağırmaya devam ediyor; “istediğin kadar duvarın arkasında sigara iç, seni tanıyamayacağımızı mı zannettin, duman senin ciğerinden çıkıyor!”

Biliyorum! Beni böyle kekeme edişinin de bir hikmeti var Allah’ım. Ama dilime gelen her kelime boğazımda kara bir dikene dönüşüyor. Sonra hepsini genzimi kanatmak pahasına yutuyorum. Yüzüme çarpan kelimelere mukabil bir kelime dahi bulamıyorum Dengemi kaybedip düşüyorum, ardından yerdeki kendime takılıp tekrar düşüyorum. Böylece kendim döşeli bir yolu yürünmüş zannediyorum.

“Bir çiğ taneciği üzerinde oluşan dünya, saatlerimi aldı.”

Umudu katlayıp koyduğumuz ama üstüne geçmişi de sokuşturmamız sebebiyle, göğsümüzün içinde kapanmayan bir çekmeceye dönerken hayat, elinden tuttuğu babasının el ettiği dolmuşun yavaşlayarak durup kendilerini almasını, sanki o dolmuşu babası kendilerine almış gibi sevinçle izleyen küçük çocuk, düğün pilavının ilk tabağını, adeta misafir ağırlar gibi önce kasabadaki jandarmaya gönderen köy ahalisi, balkonuma bağdaş kurup oturan ıhlamur kokusu, her sabah, yukarı komşumun çocuklarının hiç durmadan koşmaları ve daha nicesi, mis gibi, pırıl pırıl ve tertemiz berraklıkla her gün karşımda duruyor. Görmüyorum. Kesilmiş kavakları yontmuşlar da talaşını gözlerime üflemişler gibi gözlerimi açamıyorum.

Kimi bağrında taşıdığı taşa hayat derken, Meral, intihar mektubunda, “kendi kendimden nefretimin çerçevelediği ve çirkinleştirdiği bir dünyada yalnızım” deyip buna bir isim koyabilmişti. Bir başkası ise “büyük iddialar, küçük gerçeklikler” diyerek yaşanmışlıkların ardında bıraktığı kül yığınlarının arasında bulunan küçük bir altın demişti bütün bir hayata. “Çok utanıyorum…” diyen şair ise Yesrib’i bahane ederek bir kitaba sığınmıştı.  

Ben mi? Ben, odun ateşiyle yanan fırının içini, meraklı gözlerle izleyen küçük çocukmuşum da başıma çarpan fırıncı küreği, bütün gerçekliğiyle kafamı yarmıştı sanki.

“İstiyordum ki seyircisi olduğum her şeyden senin hissen kadarını da göreyim, ayırayım ve yolumuzun birleştiği bir noktada sana aktarayım.”

Tam alnıma nişanlanmış parmak sallanmaya devam ederken; “hadi gelsenize buldum onu” diye bağırıyordu tepemdeki. Üzerimden kaldırılan kelimenin gölgesi yüzüme düşüyor. Biriktirdiğim suret ve siretlerden habersizler. Meçhul ve müstakbel bir geleceğe ayırdığım hisseden de… Kelime üstüne bir kelime daha koyabilseydim eğer, bu dilimdeki kilidi tükürebilseydim eğer, eğer, eğer… Ses daha da yükseldi; “kaçacak mısın ha! Kaçacak mısın?” Nereye kaçabilirdim, kurum kimliği gibi taşıdığım bu dizlerimin sızısıyla. Kalktım ve koşmaya çabaladım. Beni bu iskarpinler mahvetti.

Suyuna rüyalarımı anlattığım ırmağın kenarına geldim. Kilit, hırıltılı bir öksürük gibi söküldü.