İçeriğe geç

Karşılaşma

Çakmağı ilk çakışta yakamadı. Hızlı hızlı sallayıp tekrar denedi. Çakmak yine yanmadı. Sırt çantasındaki kibriti çıkardı ve sigarasını onunla yaktı. Derin bir nefes aldı. İşte yine aynı şey oldu. Vazifesini hiç aksatmayan o sebepsiz sıkıntı, her sabah doğan güneş gibi göğüs kafesinde doğdu ve boşluğa kaykılarak oturdu. Dumanı, soğuk havaya var gücüyle üfledi. “Sigarayı ilk içtiğim günden beri yanımda taşıyorum bu sıkıntıyı. Köşe bucak kaçılan kuytuda, bir yandan kibriti yakmaya çalışırken diğer yandan etrafı kolaçan eden lise talebeliğimden kalma tedirginlik, göğsümde bir iz olarak bu yaşıma kadar geldi sanki.” diye düşündü.

Sonra bir nefes daha aldı. Gar binası kapısının camında yansıyan yüzüne baktı. “Keşke…” dedi sesli bir şekilde. Dumanı soğuk havaya vurur gibi bir kez daha üfledi. “Keşke…” dedi sadece kendisinin duyabileceği bir sesle. Bir nefes daha çekti avurtları çökene kadar.

Kapı yavaşça açıldı, kadın dışarı çıktı ve çantasından bir sigara çıkardı. Adama hafifçe gülümsedi. Adam şaşırmıştı. “Bu o mu” diye düşündü. Evet, kesinlikle o.

“Beni tanımadın mı?” diye sordu kadın.

Adam bakakaldı kadına. Saçının rengi, duruşu, bakışı her şeyi değişmişti. Adam sıkıntısını, aklından geçenleri, camdaki yüzünü unuttu.

“Tanıyamadım ilk başta.” dedi kendinden emin olmayan bir sesle. Sonra “Vay be…” dedi öksürür gibi. “Şu an gerçekten seni tanımama sebep olan şey ne bilmiyorum ama senin o olduğuna inanıyorum.”  dedi adam. “Maalesef” diye ilave etti kendisinin bile duyamayacağı bir sesle.

Kadın çantasında ateş ararken, adam şaşkınlıktan sıyrıldı ve kibriti çaktı. Kadının, rüzgârda sönmesin diye kibrite siper ettiği elleri adamın eline değdi. Adam dumanı soğuk havaya saplar gibi bıraktı. “Nasıl sorulur bilmiyorum ama…” dedi. Sigarasının külünü çırptı. Soğuktan akan burnunu çekti. Önem verdiği, meşakkatli bir işe girişir gibi, ağzına kadar dolu bardağı dökmeden taşır gibi, incecik dalı tellerden kurtarır gibi sordu var gücüyle; “Nasılsın?”

Kadın anlatmaya başlarken adamın kulağına uğultulardan başka bir şey girmiyordu. Kadının konuşurken sürekli salladığı ellerine takıldı gözleri.

“O tertemiz ellerinle neye dokundun? “ diye sordu yine kimsenin duymayacağı bir şekilde.

Sigarasının külünü çırptı… Kadının ellerinin değdiği eline baktı.

“Neye dokundun da şimdi değdiğin her yerde karanlık bir iz kalıyor. Kimse demedi mi sana ellerin de bir hafızası olduğunu? Yazık… Veda ederken sallamak için kaldıramayacak kadar ağırlaşacak onlar şimdi. Ağlayabilirsen eğer, gözyaşlarını silemeyecek kadar da sertleşecek. Yüzünü kanatacaklar. Kimse seni tanıyamayacak kanlardan. Kimse seni tanıyıp da kanını silmek için yanına gelmeyecek.”

Kadının “sen nasılsın” sorusu düşüncelerinden çıkardı adamı. “Ben…” dedi. “Ben aynı işte bildiğin gibi…” Kadın güldü ve “neyi bileceğim, kaç yıl oldu” dedi gülmesini devam ettirerek. Sonra tekrar anlatmaya başladı.

Adam, kulağında uğultular büyürken sigarasından bir duman daha çekti;

“Sen güzel bir kızdın hâlbuki. Gülünce, insanın kuru kalbine değerdin su gibi. Hâlâ da güzelsin ama gülemiyorsun. O çınlamalar… Çın çın çın… Beynimde sallanan bir ranza var da gıcırdıyor gibi.  Senden ne gitti de onlar geldi yerleşti gülüşüne. Bizden neyi aldın da bu öfkeyi koydun şimdi gözlerimize. Sana bakınca, çiçeklerin, üzeri yemyeşil toprağı deldiği, göğün mavisinin yere değdiği yaylaya bakardık sanki. Şimdi bu baktığım kim, bu yüz senin mi gerçekten? Önceden, mutlu bir evimizin olduğu ama şimdi binaların sokaklara devrildiği, sokakların da birbirine girdiği yıkık bir şehre bakıyorum.

Kadın anlatmaya devam ediyordu, adamın kulağında kadının sesi çekilmez bir uğultudan başka bir şey değildi.

“Sessiz bir mezarlıkta, üstünü karların örttüğü mezarın başında düşüncelere dalarken, bembeyaz çam ağaçlarının üzerindeki karların eridiğinde çıkardığı sese benzerdi sesin. Ve sustuğunda, kar suyuna doymuş toprak gibi olurduk. Ne gördüysek senden aldığımızla baktık da gördük. Savaş da gördük ama sana savaşın kıyıcılığıyla bakmadık. Taşa çömelip yaralarını temizleyen bir kahramana bakar gibi baktık. Temizlenen yararlardan filizlenen güzel günlere çevirir gibi olurduk yüzümüzü, yüzüne döndüğümüzde. Göğü kapalı, dumanın griye boyadığı yabancı bir memleket var şimdi sende. Göğü getirir de göğsümüze katardın bir vakitler hâlbuki…”

Adam kafasını göğe kaldırdı. Dumanı var gücüyle üfledi.

“Vakit…  Vakit… Ne vakit?  Çağırdığımızda, bu kuru toprağa bir duaya mukabil gelen yağmur gibi koşarak geldiğin vakit. Evet, öyle vakitlerdi.”

Kadın; “bir yabancıya dönmüşsün sen ya da sıkıntın mı var? Nedir bu donukluk?” dedi. Adam külleri çırparken “onca zaman oldu, herkes bir şeylere döndü, donuk değilim sadece şaşkınım.” dedi.

Kadın, “neredeydin bunca zaman?” diye sorunca adam biraz hiddetle “bunlar gidenlerin cevaplayacağı sorular, ben mahallemdeydim hep. Evler değişti, yaşayanlar değişti ama ben hep rahmetli annemin kurutmalık serdiği balkonda güneşi, sokağın başındaki kaldırımda ve sonundaki duvarda geceyi ağırladım. Yani aynı işte, bildiğin gibi.” dedi. Kadın tekrar konuşmaya başladı. Uğultular, uğultular uğultular…

Sonra kadın birden sustu. Gözleri büyüdü, elleri titredi. Adam, üflediği dumanın gidişini seyrederken yine dalmıştı;

“Sen böyle ehemmiyetsiz, nahoş lakırdılar da etmezdin. Ekmeği iyice pişirmeden, taş fırından çıkarmayan, yaktığı ekmeği de vermeyen o müşfik fırıncılar gibiydin. Kelimelerin böyle kolay, soğuk, çiğ ve abartılı değildi. Sende görmüştük laf kelâma nasıl çıkar. Sende görüyoruz laf lakırdıya nasıl düşer. Sahi, sen ne güzel konuşurdun. Yıllarca rafta duran kitabın üzerindeki tozları özenle üfler gibi…

  Sen güzel bir kızdın hâlbuki. Ne oldu sana? Ellerin bütün bir mahalleyi boğarak öldürmüş gibi lekeli, gülüşün yüzünde iltihaplı bir yara. Sesin bir makinaya sokulmuş gibi değildi mesela, sözün kalmamış şimdi. Başka heyecanların, sevinçlerin, ıstırapların, vakitlerin doğurduğu kelimeler ağzında… Anlamıyorum dediğin hiçbir şeyi.

 Hep imrenerek baktığım ve orada yaşadığımı geçmiş güzel günlerden bir gün olarak kalmışsın.

Sahi sen ne güzel kızdın hâlbuki.”

Adam bunları gerçekten düşündü mü yoksa sesli bir şekilde mi söyledi orası meçhuldü. Kadının birden duraksaması ile adamın düşüncelerinin şekillenmesi, bu bilinmezliği daha da gizemli hale getiriyordu. Kadın ağlıyordu. Gözyaşlarını silemedi, adam da silmedi.

Sonu getirilemeyen cümlelerin, anlaşılmayan hususlar izahat edildikçe anlaşılmayan pek çok husus daha peydahlayan açıklamaların akabinde “ulan nerden girdim bu konuşmaya” dedirten muhabbetlere girmek istememenin getirdiği sessizlik geldi akabinde. Kadın, adama baktı ve perondaki trene doğru hareketlendi. Veda ederken sallayamayacak kadar ağırlaşmıştı kadının elleri. Adam biten sigarasının sönmemiş izmaritini yeni bir sigaraya uluyordu.