İçeriğe geç

Güntülü’ye Mektuplar I-II

(Güntülü’ye kavuştum. Ona ilk mektuplarımı yazmaya başladığımda, uzaktaki bir hayaldi belki. Şimdi gerçek oldu. Yeni mektupları yayınlamadan önce çok dar bir çevre ile paylaşılmış olan on yıl önceki birkaç mektubu da ufacık düzeltmeler ile paylaşmak istedim. Bir gün bu satırları okursan diye yazıyorum kızım: “hoş geldin.”)

-I-

31 Ekim 2008

Tesadüfün yaratılmamış olduğunu bile bile tesadüfen yaşıyoruz. Yahut tesadüf sanıyoruz attığımız adımlar nihayetinde karşımıza çıkanları. İnkâra yelteniyor dudaklarımız, inandıklarımız tersini söylerken. Kurulu makineler değiliz elbet, inkâr etmiyorum, lakin tesadüflere sığınacak kadar amaçsız değiliz. Hayallerimizi aynı kapta eritmişiz. Zamanı kovalamışız, hayallerin gerçekleşmesine adım atarken. ‘Kut’lu kılmışız anlarımızı, yaşadıklarımızı, yaşayacaklarımızı… Tesadüf değil adlandıramadıklarımız. Adını koymaya aciziz birçok şeyin, çünkü acz içerisindeyiz. 

Asra yemin olsun ki; hüsrandayız. 

Bildiğimizi sandığımız bilmediklerimiz çepeçevre çevirmiş etrafımızı. Hâlâ aynı türkü dudaklarımızdaki… İnatla büyütüyoruz gözümüzde ‘ben’i. Sanki ‘biz’i biz eden parçalar iki taneymiş gibi. Sen ve ben sanıyoruz yapbozun parçalarını. Hâlbuki bütün parçaları görmekten aciziz. 

Asra yemin olsun ki; hüsrandayız. 

Oysa her ne adım attı isek zamandan müstesna, karşılaşmak içinmiş köşe başında. Köşe başlarına çökmüş karanlıklara rağmen yakabildiysek mum ışığını orada, umudun yeşerişine birlikte sahip olmak içinmiş. Utangaç nazarlarına utangaç bakışlarımla değebilmek içinmiş acılarım. Hamken pişmek için ve seninle yanmak içinmiş gerçek sandığım tiyatro. Büründüğüm rolün sahte, giydiğim kıyafetlerin maske olduğunu görmek seninle mümkünmüş. Ancak anladım ki; yalanları gerçek sanacak kadar aciziz. 

Asra yemin olsun ki; hüsrandayız. 

Kulağına fısıldayamadığım her kelime yalanmış. Yalanmış yıllardır ilmek ilmek ördüğüm hayatım sensiz. Sensiz olmak yalanmış. Günlerin tüllerini aralayabileceğin bilinmesine rağmen seni beklemek –ve evet seni bekleyebilmek- tesadüflerin arkasına sığınan aczin işaretiymiş. 

Bütün kelimelerim tükendi seninle Güntülü. Sayfaların yetmediği sözlerime tırpan vurdun, usulca. Sembollere seninle rest çektim çünkü sana seni yazmak için kelimeler yetmiyor. Her şeyi cesurca haykırsam da, kâğıda dökmek zor sözlerimi…

Seni ellerimde oynattığım kelimelerle anlatmaktan ar ederim. Acz içerisinde kıvranıyorum. 

Tek bir gerçek var ki; arzuhalime çare… 

Asra yemin olsun ki; hüsrandayım. 

-II-

7 Kasım 2008

Tereddütlerimi iterek bir kenara ve tek tek ulayarak birbirine aklımdan geçen ilk kelimeleri, yine ‘biz’e yazıyorum. Zamanı canın yanmasın diye dondurmuyorum bu defa. Zamandan müstesna değiliz şu an, anlayacağın. Biliyorum ki; bütün reçeteleri koyabilsek de önümüze, en güzel ilacın zaman olduğunu yine kendisi gösterecek ‘biz’e. Bu yüzden, her saniyenin vararak tadına, bütün acısına rağmen hayatın, kanarken yaralar zamanla, zamanı rehber tutuyorum sana.

Biliyorum; ne kadar içinde olsak da zamanın, dışındayız birbirine dâhil etmeye çabaladığımız hayatlarımızın. Bir ‘an’ gelene kadar da, aynı türkü de olsa dudaklarımızdaki, aynı yolu tutturmuş da olsak, hatta aynı kapta eritmiş bile olsak hayallerimizi, ayrı yaşamaya mecburuz. Sakın yanlış anlama, bu ayrılığın kaynağı ‘biz’ler değiliz. Sana reçete olarak ortaya attığım ilacın sorumlu bu ayrılıktan. Yani tek müsebbibi bunun, deva olduğu halde canımızı acıtan zaman…

İmtihan olunuyoruz elbette. Kimimiz sıkıntı çekiyor her nefes alışında, kimimizin boğazına sarılıyor cehennem zebanileri, kimimizin yasaklı sınırları var, kimimiz yaşıyor öylesine. Birbirine teğet geçen hayatlarımızda, bir ‘an’da dâhil olmak fikri her türlü belalara, inan ki, korkutuyor beni. Saçının tek teline gelebilecek bir zarar benim yüzümden, bütün imtihanların yalan olacağına delil olarak sunulacak ilerde. İnkâra yeltenecek dudaklarım hep gülümseyebil diye, sen yanma diye iki âlemde, tekrar hayallerime hapsedeceğim gerçekliğini.

Fakat bütün umutlarımın filizi sen, her şeyim, utangaç nazarlarımla göz ucuyla bakabildiğim gözlerinden süzülen her damla yaşa sebep olmak fikri beni çıldırtırken, bildiğin bütün şeylerden fazla canımı acıtan o yaşlara ortak olamamak fikrine de tahammül edemiyorum. Evet, Ruhum, sen benim sebep olabileceğim yahut benim sebep gösterilebileceğim her türlü ziyandan müstesna ol, ama üzerime sar ‘şimdilik’ sadece ‘senin’ olan sıkıntıları. Bırak ki bana, zindanlarda bıraktığım ruhum çeksin senin yerine azabı. Çünkü sen, zindandan dünyaya gülümsemeye çalışanın, O’nun, yani bir bakıma benim, tebessümümsün. 

Kolay değil, biliyorum. Emin ol ki; dünya üzerinde seni anlayabilecek bir kişi varsa, o da benim. Gül yüzüne tebessüm maskesini takıp gezmek yerine, üzerine yakışan tebessümünü giy ve sar bana suskunlukları. Çünkü sen, her ne kadar anlamak istemesen de, gülen tarafımsın. Çünkü sen, her ne kadar fark etmesen de, nefes alıp veren tarafımsın. Çünkü sen, her ne kadar bilmesen de, kaynağısın hayata tutunmamın.

İnan ki Güntülü; hayat bizi böyle büyütüyor. Büyütürken öldürüyor çocuk yanımızı. Hatta kimi zaman çıkarıyor insanlıktan. Ama sen, sakın ola ki, büyüme bensiz. Öldürme çocuk yanını. Kimsenin göremeyeceği bir yerlere gizlediğimi sandığım, darağacından indirip sakladığım çocukluklarımın yerini bilen tek kişisin çünkü.

Benim için tebessüm et… Zindandan gülümsemeye çalışırken ben, benim için tebessüm et…