İçeriğe geç

Gün’aydın mı?

Uykuyla uyanıklığın birbirine sarmaş dolaş olduğu ve aralamaya çalıştığı gözlerindeki bulutların arasından baş ucundaki saatini görmeye çalıştı; saat 11’e geliyordu… Uyanmak için göreceli olarak geç bir vakitti lakin yine de uykunun eteğine sığınmak istiyordu. Perdenin arasından odasını aydınlatmaya çalışan güneş, onu uyandırmak için fazlasıyla cılız kalmıştı. Gözlerindeki bulutlar mı gökyüzünündü, gökyüzündeki bulutlar mı gözlerine dolmuştu bilmiyordu. Ne zaman uyansa bir soruyla bütün ümitleri infilak ediyordu: “Bu güneş, hangimizin yüreğinde açılan karanlığı aydınlatabilir ki? Ya da bu uzun geceler hangi sahtekarlığı hangi yalanı hangi haksızlığı hangi acıyı saklayabilecek kudrette ki?” Uyandığı an içinde ayaklanan uyuma isteği de bundandı işte… Kalbine saplanan ümit şarapnelleri… Lakin gözleri açıldı mı bir kez, bir daha öylece atılamıyordu uykunun derinliklerine. Yitirdiği huzuru bulmak istercesine dönüp durdukça uyuması imkansızlaşıyordu. Bir sonraki günün bir önceki günden daha da kara olduğu günlerde, böyle açıyordu yorgun gözlerini içinde bin bir sancıyla doğan günlere… Ölü doğan günler. Iskalanan yaşamların yerine konulan, nefsi güdüleyen, şuursuz gölge yaşamlar. Uyuşturulan kalp ve beyinler. Descartes “Düşünüyorum öyleyse varım” demişti bir zamanlar şimdi ise var olmak için ön koşul “düşünmemek” idi. Üstelik bu daha başlangıçtı. Düşünmemek gerekti. Ve hissetmemek de. Olağan tepkileri bile vermemek gerekti. Öyle ki; işlevsiz hale getirilmeye çalışılan toplumsal reflekslerde oluşturulan erozyonlar; bireylerde kendini, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” düşüncesinin beslediği kraldan çok kralcı zihniyet ve “bireysel” çıkarlarını her şeyden evvel tutma iç güdüsü olarak gösteriyordu. Sahi, hala bir insan topluluğunda yaşadığından bahsetmesinin mümkünatı var mıydı acaba? İşte bu yüzden kendi kendine konuşur oluşu kontrolünden öylesine çıkmıştı ki, korkuyordu sessizliğinden. Çünkü sessizliği suskunluk değildi. İnsanoğlunun katlettiği değerlerin, düşüncelerin ve duyguların her birini yüreğinde diriltiyordu. “Bir gün yaşanılır”ın paramparça olmuş ümidinin belkisiyle. Birisiyle konuşurken kafasındaki diyaloglar en az üç kişilikti. Onun kendi kendisine ettiği sohbetten bir haber olan karşısındaki o kişiye; yüzeye çıkabilen kelimeleri dinlemekten başka yapacak bir şey de kalmıyordu… Uyanalı şunun şurasında kaç dakika olmuştu ama aklına düşen pimi çekilmiş düşünceleriyle infilak eden ümitleri, gözlerine yaşamadan hissettiği yorgunlukları ve acıları doldurmuştu… Yüzünü yıkamalı, hatta soğuk suyu yüzüne defalarca çarpmalıydı. Bugün, böyle bir güne uyandığı ilk sabah değildi ne de olsa. Kendisi için olmasa da bir yerlerde bir ümidin var olduğu inancını her şeye ve herkese rağmen yaşatmak istiyordu içinde. Onun için anlamını yitirmeyen ve yitiremeyecek olan “kutsal”ları hala içinde bir yerlerde sessizliğinde gömülüydü. Ölümlü dünyanın ölümsüz emanetleri. Belki de onun gözünde bir daha asla bu dünyaya ait olamayacak emanetler. Yüreğine emanet edilen ve lütfedilen hediyeleri için şükrediyordu. Yüzünü yıkadıktan sonra usulca aynaya bakmak için kaldırdığı gözleriyle karşılaştığı an; gözlerindeki bulutları öteleyen rüzgarla bilinmezliğine sürüklenip gitti. Yine yeniden…

(Not: Bir gün kafamdaki tüm bu karmaşadan ustalıkla sıyrılan kısa cümleler kurabilmiş olmayı diliyorum.)