İçeriğe geç

‘’Fatih’in İstanbul’u fetih ettiği yaştasın’’

‘’Fatih’in İstanbul’u fetih ettiği yaştasın’’

Bu benim neslimin kulaklarında çınlayan, oradan beyninin bütün gıdıklayan slogandır. Fatih olabilmek dürtüsü İstanbul’a Anadolu’dan giden Fatih adaylarının İstanbul manzarasını seyir etmesinden, aşk hayatlarına kadar etkilemiştir. ‘’Ulan İstanbul sen mi büyüksün, yoksa ben mi?’’ (ki her halükarda ben daha büyüğümdür, çünkü ben İstanbul’u fetih etmeye namzet milyonlarca Anadolu delikanlısından biriyim), ‘’kız dediğin İstanbul gibi olmalı fethi zor, Fatihi tek olmalı’’ aforizmasına kadar geniş bir yelpazede kendisine yer bulmaktaydı.

***

Delikanlı İstanbul önlerinde kendini tahayyül ederken, beyaz atına şaha kaldırmış, gemileri Kadıköy-Karaköy hattında yürütür. Biraz mütevazi kişiliğe sahipse belki Ulubatlı Hasan olmaya razı edilebilir. Lan bak oğlum bayrağı ilk diken kişi sensin diyerekten, aklı başında bir mübarek abi tarafından. Fatih namzeti elbette ki Starbucks dolaylarında yaşayan Ceneviz kolonisine dokunulmayacağını da fermanları ile garanti altına almıştır.

Elbette ki bu otuz bin kişilik orduyu ayrı ayrı rüyalarda, hülyalarda olsa bile kurmayı başarmış gençliğin çok büyük sorunları vardır. Otuz bin Fatih namzedi emirler yağdırır, lakin büyük bir hela problemi vardır ortada. Daha Koca Mimar Sinan Ağa doğup yaşamadığından, hayal edilmemişti bu orduda. Bu kadar Fatih’in ve sayısı daha az da olsa Ulubatlı Hasan’ın hela sorunu çözülmeli, yoksa koca ordu enfeksiyondan kırılıp gidecekti. Penisilin icat edilmediğin ve dahi kimsenin de Pasteur olmak istemeyeceği, sağlık dönüşümün gerçekleşmediği de hesaba katılırsa Konstantinopolis’in sağlam surlarından daha büyük sorunla başbaşaydı Türk gençliği.

***

Orta 2. Sınıf, dersane yollarını aşındırıyor. Kitaplar okuyor, yabancı dil öğreniyor, vücut geliştirme salonlarına gidiyordu hafta sonları. Yeşil gözleri, sarı saçları, endamı, gülüşü, komşunun kızı İstanbul vardı bir de hayatında. Tüm cesaretini toplamış, beyaz bisan marka bisikletine atlamış, önünü kesmişti. Seni demişti, seni çok seviyorum. Belli ki o da seviyordu. Aklı erdiğinden beridir, hayallerinde olan İstanbul’una kavuşacaktı. Bu büyülü an uzun sürmemiş İstanbul’u ile arasına Halil girmişti. Fatih İstanbul’u önünde azarlamış, tehdit etmişti. Fatih beyaz bisan bisikletiyle uzaklaşırken, bağırıyordu. Ya İstanbul beni alır, ya ben İstanbul’u…

Fatih İki sene çok çalıştı, vücudunu geliştirdi, dershanesinde ki Şemseddin Hoca rehberliğinde seviye belirleme sınavlarında hep birinci oldu. İstanbul Fen Lisesi’ni kazandı birinci olarak. O yaz gene İstanbul’un önüne geçti. Abisi Halil’e İstanbul ile konuşacağını söyledi, bizi rahat bırak dedi. İstanbul’un abisi Halil, hem Fatih’in gözlerindeki kararlılıktan hem de Fatih’in kaslarından korkmuştu. Fatih İstanbul’a karşıda ki dağı gösteriyordu. Annesinin eskimiş güneşliğine, boyalarla yazmış, arkadaşlarının eline tutuşturmuştu. Dağdan kocaman bir pankart yürüyordu. İstanbul seni seviyorum.

***

Ne Fatih Sutan Mehmet bugüne, ne de biz 1453 İstanbul’una gidebiliriz.
‘’Fatih’in İstanbul’u fetih ettiği yaştasın’’ gazına gelmemek lazım.
Hoş bugünler de
ya Fatih’in neslisin, gaza gelme diyorlar
ya da Fatih’in neslisin gazına gelme diyorlar…

Biz ne mi yapıyoruz? Mesela boş vakitlerimizde dünyayı kurtarmaya çalışmıyoruz, çay demleyip sigara içiyoruz, ha biraz da okuyoruz.