İçeriğe geç

Ceket ve Perde

-Başım sıkıştığında, çatıların arasından dağları ararım. “Ben böyle ölmeyeceğim” diye diye…

-İnsan ne vakit “ben böyle ölmeyeceğim” dese, aslında istemediği bir ölümün istikametinde gidiyordur Ali.

-Bilemiyorum.

-İnsan, içten içe bilir aslında

-Nasıl yaşamam gerektiğini inan bilmiyorum. Sen biliyor musun sanki?

-Çok bir beklentim yok benim yaşamaktan yana. Evleneyim ve iki çocuğum olsun istiyorum. İlki kız olsun. Onu ben büyütürüm. İkincisi ise erkek olsun. Onu da anasıyla ablası büyütsün istiyorum.

-Oğlanı neden anneyle ablaya bıraktın?

-Baba ile oğul arasında bitmek bilmeyen ve söylenmeyen cümleler olsun istemiyorum.

-Nasıl oluyor o?

-Erkek çocuğun, babasıyla izah edilemez bir bağ olduğunu düşünürüm hep. Bu belli bir yaşa kadar çocukta, babasına karşı söylenmeyen cümleler olarak kurulur, hep içinden ve içinde babasına hitap eder. Belli bir yaştan sonra ise babanın, evladını anlama ve anlamlandırabilme çabasıyla. Bu içeride yaşananlar dile gelirse fena bir hâl de alabilir, bağı daha kuvvetli hâle de getirebilir. Ama bir sınır aşılır. Bir perde kalkar. Bu perdenin kalkışı, benim, ne babamla ne de evladımla kaldırabileceğim bir şey değil. O perde orada varken her şeyin daha güzel olduğuna inanırım.

-…

-Anlamadın değil mi?

-Anlamamak değil de… Kalktığına şahit olmadığın bir perdenin, varlığının daha güzel olduğuna olan inancını anlamlandıramadım.

Veysel sigarasını yaktı ve “İsmet Abi, bize iki çay!” diye seslendi.

– Babam ölünce şunu anladım Ali; çocuğun bütün suskunlukları, babasından geriye bırakılmış haklı bir mektup gibi kalır onda. Ve çocuk, babasının hayatında ne varsa, onları tek tek imbikten geçirip bir kısmını çocukluğunu koyup kaldırdığı kutuya koyar. Diğer kısmını da gençliğini koyuyor olduğu kutuya koyar. Ve daha pek çok kutu vardır çocuğun elinde, babasına dair pek çok şey koyabileceği.

Çaylar masaya bırakıldığında Ali lafa girdi;

-Bence hepimizi annelerimiz büyüttü.

-O bambaşka bir şey. Baba, sürekli etkileşimde bulunduğumuz bir gerçeklikti. Anne ise bütün bu gerçekliğin yoruculuğundan ve yoğunluğundan çıkıp kalbimizi, zihnimizi ve kırıklarımızı ellerine verip de dinlendirdiğimiz sıcak bir yatak, koyu bir ağaç gölgesi, akan bir su. Bu hakikatleri, birbirlerine üstünlük kıstasına tabi tutamayız, bambaşka şeyler. Neyse, nereden geldik bu konuya, ne konuşuyorduk?

-Benim vaziyetimi. Ceketimi alıp gitmekle gitmemek arasında kalışımı.

-Evet… Boş ver. Gitme!

-Konuşurlar ama…

-Konuşsunlar. Onlar, sen gidene kadar “ceketini alıp gitmenin” edebiyatını yaparlar. Sen gittikten sonra ise itidalli davranma örnekleri gösterip sabırlı olabilmenin hikmetlerini anlatırlar. Zaten konuşacaklar diye de gidilmez. Burada durmak sana tiksinti veriyorsa gidersin.

-Kalayım ha… Haklısın. Hem ne kaldı ki?

-Nasıl ne kaldı? Anlamadım.

-Ayıplayacağım korkaklık, kınayacağım ayıp, tövbe edeceğim günah vesaire… Her renk haysiyetsizliğin şahidi, faili en iyi ihtimal maktulü oldum.

-Hepimizin sicili kabarıktır o kadar. Boş ver.

-Kabarık değilse de ne bileyim…

-Biliyorsundur.

-Ne bileyim işte, tutabileceğimiz bir kinim dahi kalmadı. Her şeyi unuttum. Normaldir dedim. İnsanlık hali dedim. “Yapılan bu kahpelikleri unutmayacağım” diye diye yazdım bir kenara. Geldiğim noktada ise bütün kahpeliklerin anı defterine döndüm Veysel.

Veysel sigarasından bir nefes çekti. Ateşin ucunu, etrafını kül tablasında yuvarlayarak sivriltti. Ali çayını yarıda bıraktı gitti. Ceketini masada unuttu.

Ruhu daraltan bir müzik gibi başlayıp, ruhu yine hapis bırakan bir vesvese gibi devam eden sohbetin dönüp dolaşıp aynı çıkmazlara saplanacağı aşikârdı. Kimsenin kimseye faydası yok. Çünkü kimsenin birbirine yöneltebileceği doğru bir sorusu yok. Yanlış sorulara da doğru bir cevap verebilmenin imkânı yok.

Ali, kızgınlığından yine hiçbir şey kaybetmeyecek. Kalkıp gittiği bu masaya tekrar gelecek. Çünkü ceketini bıraktı. Onun yükü bu ceketti. Onu hiç yanında taşımayıp bir taşın kenarına bırakabilseydi en başta… Ama bütün dönüş bahanelerini yitirmekten korkuyordu. O taşı da hep yanında taşırdı Ali. Hâlbuki ceplerin boş, düğmelerin sökük ve fermuarın bozuktu be Ali. O ceket sana bu çaresiz halinle yakışıyordu sadece. Ali, sayfalara dönen göğsünü, çeşitli incelikteki ve renkteki kalemlerin yarmasına kızgındı ama bağlıydı da. Çünkü hiçbir eyleme dönüşmediği için beyhudelik hüviyetini yitirmeyen bu kızgınlığı, bir gün her şeyini yitirdiğinde sadakta kalan son ok gibi sakladığı bu kızgınlığı şimdi sadece kendi kendisine döndürdüğü nefret giysisindeydi. Ve kendinden nefret ettikçe her şeyin baş müsebbibini cezalandırdığına dair inancı onu bir nebze olsun rahatlatıyordu. Ve bu rahatlığın da verdiği iştahla, kalktığı masaya tekrar gelip ceketini giyecek ve evine gidecekti. İnceldiği yerden koparamamanın, kesip atamamanın döşeğine uzanacaktı.

Ben bir süre Veysel’i takip ettim. Babasının mezar taşına sırtını dayamış bir şekilde yere oturmuştu. Veysel, babasının ona bırakacağı mektubu, o hayattayken yüzüne okumuştu. Buna dair her şeyi içten içe bilmesi de bundandı. O perdeyi, kornişiyle söküp atmıştı Veysel. Şimdi sırtını verdiği mezar taşının soğukluğunda, vakti zamanın yitirdiği sıcaklığı arıyordu. Annesinin ellerinden de bir çare bulamayacaktı. O bütün sözlerini, kırgınlıklarını babasının kemiklerine işlemişti. “Alabilsem, alabilsem, alabilsem de hepsini tekrar içime katabilsem” diye ağlarken bir yandan da toprağı avuçluyordu. Çocukluğunu koyup kaldırdığı kutu, gençliğini koyuyor olduğu kutu ve babasına dair daha pek çok şey koyabileceği bütün kutular toprağa gömülüydü.