İçeriğe geç

“Böyle, kalbimiz ezilmiş, nevmid bir hâlde…”

*kekeme VII

“ben sana yanlış bir yerden edilmiş

bir büyük yemin gibiydim.”

“Başaracağız” yazılı bir duvarın önünden geçirdiler beni. Bütün sorumlulukların yıkılacağı o mahcubiyeti görebilmek için yüzüme baktı kalabalıklar. Hâlbuki ben değil, o yazıyla göğsünden yıkılmayan duvar mahcup olsun. Gözlerinin akındaki tereddüdü dökememiş, kalbindeki korkuyu sökememiş birinin, “başaracağız” yazısından üstüne alacağı ne olabilirdi… Omzumda yarım ömrün yenilgisi varken neyi alabilirdim üstüme.

Yenilgi değil de bu kırgınlık yollarımı yokuş ediyor. Dizlerime saplanmış ağrı gibi. Bir bilseler, “kimseye kırgın değilim” derken, herkese öfkemi kusuyorum hâlbuki. Gözlerimi sıkıyorum. Sicim sicim yaş dökülüyor. Karası dökülüyor, akı dökülüyor, boku dökülüyor. Tereddüt orada öyle çakılı duruyor.  

“Sen de…” diye yazmış. “Sen de yarım yamalak kal, yıkık bir duvar gibi.” Yıllardır görmediğim o kağıtlar birden nasıl da karşıma çıktı. Burnumun direğine çarpan, el sürmeye çekindiğim o kitabın arasından nasıl oldu da önüme düştü…  Okuduğum bütün kitapları yüzüme vurur gibi. İki parça kâğıt… Mektup desen değil.

“Gönderilmiş mektubun “merhaba”sı olur, hitap eder. Bırakılmış mektubun “elveda”sı olur, itham eder. Ben sana hiç beklemediğin bir yerden sesleneceğim. Anlarsın…” demişti. Bu kağıtlarda ise hiçbiri yok. Gönderildiği yahut bırakıldığı meçhul.  Tekrar tekrar okudukça insanın göğsünü söndüren bir şey vardı. “Yıllar sonra tekrar tekrar okunmuş mektubun berhava edişi bitmez.” derdi. “Benim yazdıklarımı buradan tanı” der gibi. Tanıdım.

“beni hep aynı yerimden yaralayan o eve

yine de döneyim döneyim istedim.”

“Ömrün boyunca bir kavgaya girecekmiş gibi hep yumruğun sıkılı gezdin. O yumruğun bana geleceğini bilmezdim.” yazmış. Sahi öyle miydim? Şimdi ellerime bakıyorum da hiç sıkılmamış gibiler. Ve hiç göğe açılmamış.  Kabul edilmemiş bütün dualarını verip, iradesizliğin sorumsuzluğunu almak isteyen bir insanın elleri gibiler. Ne Allah’a açıyorum ne de düşmana sıkıyorum.

“Ben seninle karşılaştığımda ilk sayfası karalanmış, son sayfası koparılmış bir defterdin. Ama yine de güzel bir son yazabilirdim. Sen benim kelimelerimi aldın. O defteri de ateşe attın.” Eksik sayfalarım da olsa bir hikayem vardı hâlbuki. Hiç değişmemiş, yalan değmemişti. Yırtık sayfalarında bile bir şekilde güneş doğuyordu. Yanmışsa da ben yakmadım.

“Ama sen hikâyenin sonunu en başta söyledin. Ve o sona sadık kalmak adına meçhul, müstakbel mutlu bir hikâye ihtimalini eğdin, büktün. Zorlama bir hikayedesin şimdi. Ben her şeye rağmen güzel bir son için heyecanlanmıştım.” İlk okuduğumda, bu satırlar niye yakama yapışmamıştı? Şimdi neden böyle öfkeliler? O vakitler bu satırlar, bitkin düşüşüme hak verir bir insaf taşıyorlardı. Şimdi ise kıymetli bir şeyi yangından kurtarmak için ateşe girip çıkmış, kızgın demir bir el gibi boğazıma yapışıyorlar. Diğer yandan geç kalmış bir hesabı sormanın soğukkanlılığı. Bende ise hiçbir şeyin cevabı yoktu. Kapalı bir kapıyı açmaya çalışır gibi konuşmalar, açıldıkça birden fazla kapalı kapılar doğuran kapılar, bitip tükenmeyen cümleler, boğazıma dolan yutkunmalar ve her şeyi açıklama telaşının getirdiği ağız dolusu uğultu.

Dualarım da böyleydi sanırım. Gücümün tükendiğini zannettiğim yerde kesilen, tedirgin, kekeme. Girdiği her yolda bir son tahayyülü ile kalbini yormuş bir insanın, soluğunu yitirmemesine imkân olabilir miydi… Bazen genzime kadar acı bir su geliyor. Şakaklarımda karıncalanma. O vakit “Allah’ım ya oldur ve oldurduğunun hayırsız bir akıbetiyle yüzleşecek güç ver ya da oldurmadığının hayrını göster.” diye bir rest çekmek geliyor içimden. Nasıl korkuyorum ama…

“Ben isterdim ki senin dağının karı eridiğinde, benim yaylamda serin bir pınar aksın.  Şimdi bakıyorum; ben böyle yıkık bir duvar gibi…” Artık tahammülüm kalmadı. Yine aynı şeyi yapıyorum. Kağıtlarla beraber her şeyi, bir şeye koyup yakıyorum.

“Senden bana ne kaldı…” Artık hiç bitmeyecek bir yazının epigrafı.

Beni yıkık duvarın dibinde bırakıyorlar. Ellerimi sıksam mı açsam mı bilemiyorum. “Duvar yıkılmış göğsünden, sıra sende” der gibi yüzüme bakıyorlar. Mahcup oluyorum. Yüzümde gözleri büyüyor iyice. Ne kadar öfkeliyim, yine anlamıyorlar. Yere çöküyorum. “Kimseye kırgın değilim”, sadece dizlerim ağrıyor.