İçeriğe geç

Bizim Sokak



Acısını kulaklarımızdan çıkararak açılan kepenklerin o sesini bile özlemişim. Memlekete daha yeni geldiğim hâlde, hemen bizim sokağa koştum.

Dükkan âdet olduğu üzere bismillah diyerek açılır ve illaki, önce sağ ayakla girilir. Öyle, uzayıp giden, yazılı kuralları da yoktur esnaflığın, hatta kulaktan kulağa bile yayılmaz. Ama esnaf adam işin adabını bilerek doğmuş gibidir. Saatçi Sefa dışında bütün esnaf dükkanlarını yedi buçukta açmaya başlar, sekize kadar bütün kepenkler açılmış olurdu.

“Kahvaltılık bir şeyler alıver oğlum.” dedi Babam. Demek oluyor ki; yolun karşısındaki Bakkal İbo’ya gidilecekti. Aslında tercihen sabah erkenden kalkılıp, çorbacıda mercimek, işkembe yahut kelle paça içilirdi. Ve illa ki işkembeyle kelle paçanın sarımsaksız tadı olmadığından dert yanılırdı.(esnaf adamın ağzı kokmamalıdır adaba aykırıdır çünki) Yok eğer, bugünkü gibi, erken kalkılamamışsa Bakkal İbo’dan zeytin, peynir, haşlanmış yumurta, tereyağı alınır; çırakta sıcak pide almak için fırına yollanırdı. Artık zevke göre yumuşak, gevrek, az pişmiş, çok pişmiş diye sıkı sıkı tembih edilerek elbette…

İbo Abi’ye “selamün aleyküm” diyerek girdim bakkala. “Ohoo doktor, hoş gelmişsin” dedi. Hoş-beşten, hatır sorma gönül almadan sonra; “Abi, bize kahvaltılık” dedim. Ne kadar istiyorsun diye sormadı bile İbo Abi, üç kişilik kahvaltılık vereceğini bilerek. Peyniri böldü bir hiç tereddütsüz, ince beyaz kağıda sardı itina ile, sonra gazete kağıdından bir çırpıda yaptığı külaha zeytinleri doldurdu. Tereyağı ve yumurtaları da aldıktan sonra hazırdı bizim kahvaltılık. Çırak da geliyordu işte karşıdan elinde sıcak pidelerle. “Üç de çay söyleyiver Muhtar’dan” diyerek, pideleri elinden kaptım çırağın. Çırak dediğin ne ki zaten: git gel, gel git…

Muhtar, bizim sokağın çaycısıdır. Lâkabı filan değil haa, sahiden muhtardır Muhtar. Sabah en erken o gelir dükkanına ki; çay iyice bir demini alsın çarşıda. Tükürükçü Mustafa Amca’nın üst katındadır Muhtar’ın çay ocağı. İncecik bir koridordan çıkılır oraya. Bakmayın tükürükçü dediğime, tükürük köftesi yapar ki meşhurdur bayağı Mustafa Amca. Hele öğlen vakitlerinde bir rağbet, bir rağbet. Gerçi dükkanı çok büyük değildir ama müşterileri kuyruktadır her daim, bir tek ben hariç…

Daha okumayı yeni sökmüştüm, “Baba, ne yazıyor Mustafa Amca’nın camında, meşhur tükürük köftesi mi o yazan?” diye soracağım tuttu. Babamın da muzipliği tutmuş olacak ki, “Tabiî oğlum, ne sanıyorsun ya! Meşhurluğu köftesinin tadından, tadı da tükürmekteki maharetinde. Ama öyle herkes tüküremez, ustası olması lazım.” demez mi. O gün bu gündür Mustafa Amca’nın köftesini yiyememişimdir bu yüzden.

İşte, Muhtar’ın çay ocağına Tükürükçü Mustafa Amca’nın yanındaki o daracık koridardan çıkılırdı. Çay ocağı, bilumum kumar faliyetlerinin döndüğü yerdir bu arada. Muhtar, hiç tutturamadığı at yarışını oynar, sürekli çayına, kahvesine tavla veya briç partileri düzenlerdi.Eh, ne de olsa kumarı oynatan bir şekilde kazanmalıydı. Muhtar’ın oğlu Yusuf da yardım ederdi babasına çay ocağında, sabah girdiler mi taa akşam çıkarlardı ancak çay ocağından. Hep merak etmişimdir zaten; “Muhtar olduğu için mi ocaktan çıkmıyordu yoksa ocaktan çıkmadığı için mi muhtar olmuştu.” diye…

Türk Kahvesi kahvaltının bitişini ilan ederdi. Bizim dükkanda ise kahve sefası tam bitmek üzereyken Koparal Amca gelmişti elinde gazetesiyle. Bir yandan “Hadi oğlum, bir kahve söyle bana” diye çırağa seslenirken diğer yandan taburesini altına çekmişti bile. Muhitin en yaşlı ve en okumuşuydu Koporal Amca. Bakkal İbo’nun yanında, tam köşedeki dükkanda eczacılık yapardı. İsmi Koporal olduğundan mı eczacıydı, yoksa eczacı olduğu için mi…Tamam, neyse. Hep ilaç ismini çağrıştırırdı adı. Bir gün dayanamayıp sordum; “Yahu Koporal Amca senin ismin ne işe yarıyor?” Güldü, gözlüklerinin üzerinden bakarak “Yok be oğlum, onun aslı kopar al koparal…” O zamanlar anlamamıştım ama bence kesinkes ismi, bir işe yaramalıydı.
Bir de Cemil vardı; Koparal Amca’nın kalfası… Ebedî ve ezelî düşmanım. Küçükken, iğne vurmasıyla başlamıştı husumetimiz. Şimdilerde ise, mesleğimi tehdit etmesi biliyor kinimi ve O da biliyor benim de onu tehdit ettiğimi. Bizde, sokaktan kimse doktora gitmez, önce bu Cemil’e başvururdu. Mahalleli hastalığını uzun uzun anlatır, Cemil usul usul dinlerdi her hikayesini bildiği bu insanları. Sonra yılların verdiği tecrübeyle raftan bir ilaca uzanır, “ bunu al, şu kadar gün, günde şu kadar kullan, bir şeyciğin kalmaz senin” derdi. Aman efendim, karşı çıkmak ne mümkün Cemil Bey’e! Bana gelince…Ben ne anlardım daha, hem ne biliyordum ki, talebeydim altı üstü. “Sen Cemil’den iyi mi bileceksin…” Cemil’den iyi bildiğimi biliyordum ama, Cemil’in müstakbel hastalarımı benden daha iyi bildiğini öğrenmek biraz vakit alacaktı…

***

Dükkandan çıkmamla bizim Uğur Abi’yi görmem bir oldu. Çarşının neşesi, muhitin yaramazaydı Uğur Abi. Hem yüz kilodan ziyade cüssesi, Onu eğilip te yorulmak zorunda bırakmamış vefalı kısalıktaki boyu, pala bıyıkları ve kirli önlüğüyle karikatür kitaplarından çıkmıştı sanki. Yok yok, doğrusu ilk O girmişti karikatür kitaplarına.Bizim dükkanın sırasında, en köşedeydi yeri. Tavuk satardı. Beş metre boyu, iki metre eni yoktu belki dükkanının. Dükkanın bir duvarını boylu boyunca kaplayan buzdolabı, buzdolabında sıralanmış tavuklar… Dolabın üstünde cam, hani şu çekince sağa, sola hareket edenlerden. İçeriye müşteri girmezdi, zaten girmesine de gerek yoktu. “İki kilo tavuk” denildi mi Uğur Abi’ye, dolabın camını ağırdan kaydırır, tamı tamına tartar ve uzatırdı siparişi; ne yani, müşteri girsin de Uğur Abi’nin düzeni mi bozsun..!

Uğur Abi yaz ise serinliğin çökmesini gözleyerek, kışsa akşamın ayazına kalmadan başlardı demlenmeye. Rakı, buzdolabının altındaki zulasından çıkarılır, radyo trt’ye ayarlanırken. Radyoda Yurttan Sesler söyler Uğur Abi dinler, Uğur Abi söyler biz dinlerdik. Bir demlenmeyi bir de açık camdan küfürler savurmayı çok severdi gelene gidene Uğur Abi. Bitttabî sadece hak edene edilirdi küfür ve açık cam, yarardı kimin hak ettiğini bilmeye .Yoksa, ezan okununca radyoyu dinlendirmeyi ihmal etmez, fakire fukaraya da veresiyeyi esirgemezdi Uğur Abi. Hatta geçen sene tahiyyatla imtihanı bile vardı. Ramazan ayı fırsat bilinmiş, tövbeler edilmiş, rakıya zulasında unutulmuştu. Namaza başlanacaktı o Ramazan ama gel gör ki; tahiyyat, ah o tahiyyat… Ezberlenemiyordu bir türlü. “Olacak ulan!” deyip küfürü basıyordu, “Bu kafa alacak sonunda…” Sonuç mu? Bilmem, onu da bu Ramazan göreceğiz inşallah. “Lan doktuur, ne zaman bitiyor lan bu mektep, artık cemilin verdiği ilaçlar kâr etmez oldu.” deyince, “Abi, senin ki rakıdan oluyor dememle araya girmesi bir oldu. Rakıyı duyar durmaz, “Sen, sen ne bilirsin lan, Cemil’e iyi bir sövdüm müydü, değiştirir o deyyus benim ilaçları” deyiverdi. Cemil’i duydum ya, “Hakikaten Abi iyi bir sövsene şuna diye geçiriverdim içimden” hemen .

“Sen onu bunu boş ver şimdi Doktur, Muhtar’a diyelim de öğlen tava yapsın bize. Özlemişindir oralarda sen tavayı. Baban attırsın bari şöyle yağlısından iki kilo et değil mi?

***

Saat öğlene yaklaşmış, rıızk peşinde koşma vakti gelmişti. Sabahın tantanası geçmiştir artık. Uğur Abi’nin tembihi ve tabiki tavanın lezzetinden ,’’ Baba’’ dedim. ’’Uğur abi baban et alsında Muhtar tava yapsın’’ dedi. Çırağı et almaya yolladı hemen. Ee işin sonunda küfür yemek vardı en okkalısından, esnaflık adabına da aykırıydı, hem oğlu gelmişti bir kere. Tava dediğimiz et, domates, biber ve sarımsaktan oluşur, bakır bir tepsiye yayılır, fırının ateşinde ağır ağır pişerdi. Bakmayın öyle basit görünmesine Muhtar’a göre etin bir ayarı vardı; küçük doğranırsa kaybolur gider, büyük doğrandığında da içi pişmezdi. Dizme sırası bile önemliydi, alta eti koyacaksın, üstüne biberi dizip,domateside biberin üstüne istifledin mi, bir tek sarımsakları yerleştirmek kalıyor. Muhtar’a göre en iyi tavayı kendisi yapardı, esnafa göreyse eli boştu. Kim götürse götürsün Uğur Abinin selamı söylenmeliydi fırına, eğer iyi piymeşse ’’Uğur abi bilmem neyini ne yaparmış’’. Bizim sokakta tava üç durumda yapılırdı. Esnaftan birinin çocuğu doğduğunda, ben memlekete geldiğimde bir de Muhtar at yarışını tutturduğunda. Tava pişer muhtarın ocağında tıkış tıkış oturulur, bir tek çıraklar ve Saatçi Sefa gelmez. Uğur abi ehli keyif. İbo Abi’nin de sadece sabah ve akşam müşterisi olduğundan yarım saat dükkanları kapılı kalırdı, hem senede kaç kez tava yenilirdi ki. Çırakların rızkı unutulmaz,Muhtar’ın eskimiş tabklarına ilk çırakların hakkı bölüştürülürdü. Bir tek Saatçi Sefa kalırdı tavadan nasiplenmemiş. Muhtar’dan mı , Uğur Abi’nin fırıncıya tembihinden mi yoksa muhabbetin doyumsuzluğundan mıdır bilinmez, tavanın tadına doyum olmaz. Alelacele yensede tadı başka olur.

***

Kapıdan Deli Bayram gözüktü. Ayağını sürüye sürüye yürür, hiç konuşmaz sadece gülümser,bir de çayı beş şekerli içer. Özel bir ihtimam gösterilir, müşteri iş güç bırakılır, baş köeşeye buyur edilir Deli Bayram. Bizim sokağın efsanelerindendir, Deli Bayram o gün kimin dükkanına girerse o dükkanın işlerinin açıldığına, bereketlendiğine inanılılır. Sadece iki kişinin dükkanı girmez Deli Bayram; Muhtar ve Uğur abi. Muhtar beş şeker attığından sevmez Deli Bayram’ı, Uğur Abi’nin ise delisi farklı. Çırak oğlum Bayram Abi’nin çayını kap gel, unutma beş şekerli. Çırak işte git gel,gel git….
Dışardan küfür sesleri geliyorsa, ikindi teşrifatı başlamıştır artık. Uğur Abi küfür ediyor gene en okkalısından. Eğer sesli sövüyorsa iki kişiyedir, ikiside ayıplanmaz, özellikle kapıya çıkıp alkış tutulur,gülünür. Biri Saatci Sefa’dır. Babası Saatci Hayati’nin vefatıyla (ki ben görmedim ama esnaftan duyduğum kadarıyla muhterem bir zaatmış) hatırı sayılır bir servete konmuştu. İlk işi dükkanı yenilemek, pahalı saatler getirmek olmuştu. Dükkanın kepenklerini söktürmüş, çerçeveli camı kırdırmıştı. Bbaştan aşağı cam vardı, kapısı bile camdı işe yaramaz herifin dükkanının. Camın arkasında sokağı gözetler, kapı önüne çıkmaya tenezzül etmezdi. Sabah onda-onbirde dükkanını açar, bilumum esnaf adabını çiğnerdi. Uğur Abi haftada birkaç kez açar ağzını Sefa’ya, sokak sakinlerinin gönlüne su serperdi. İkincisi ise Deli Ramazan’dır. Yaz kış giydiği paltosuyla, sürekli kendi kendine konuşmasıyla farkedilirdi sokaklarda. Bizim sokak dışında ne anlaşılır ne de kabul görürdü. Sokağın başından girdi mi ikinci vakti Uğur Abi başlardı sövmeye, kızar başta kendi kendine söylenirdi, Uğur Abi’ye saldıracak kadar da deli değildi ya. Sonra başlardı küfür etmeye, ama ne küfürleşme. Bütün edebi sanatları sergilerlerdi. Bizim sokağın aşıklarıydı ikisi, bir tek sazları eksikti.

***

Serinlik çökmüştü, sokağın yabancıları el etek çekiyordu yavaş yavaş. Dükkanlar çıraklara emanet edilir, Muhtar’ın çay ocağında buluşulurdu. Tavlanın üzerine zarlar bir iştahla atılır. İlk tavlayı Muhtar öğretmişti bana, babamın kesin kuralları vardır, tavla oynarken parmakla saymayacaksın ve şeşin altı olduğunuda bileceksin. Bu yüzden de babamdan öğrenememiştim, ne şeşi biliyordum ne saymayı bırakabiliyordum. İlk oynadığımızda,üç sıfır öndeyken tavlayı kapatmıştı, muhtar ne bilirki bir de bana öğretmişmiş.

Hava kararmaya başlamış,bizim sokak sessizleşmişti.Uğur Abi radyoyu kapatmış,Bakkal İbo emanetleri teslim ediyordu, esnafın rızıkları olmasa da ekmekleri ona emanetti. Her evin ekmeğini poşetler teslim etmeden gitmezdi. Babam sesledi, ‘’Oğlum İbo’dan ekmeği al,gidelim artık’’. Çırak karanlıkta ne olur ne olmaz diye hava kararmadan çoktan yollanmıştı.

Kepenk iniyor,kepenklerin kulak tırmalayan sesini bile ne çok özlemişim. Babam sigarasını yaktı, artık saçları beyazlamışmıydı yada ayın ışığından mı öyle gözüküyordu. Bizim sokaktan çıkarken gölgelerimize daldım. Hiç sarılmamıştık baba oğul, bizim sokağın lambaları vurdukça üzerimize önümüzde, arkamızda, sağımızda, solumuzda gölgelerimiz sarmaş dolaş oluyordu. Babama bir anda birden çok sarılmıştım. Belki de bundan çok seviyorum bizim sokağı.