İçeriğe geç

Bir Adam Batırma Hikâyesi-I

AdsızCumartesi günüm Ehligevi Adam’ın sesiyle başlıyor: “Ortak, 2 saate oradayım.” Perşembe akşamı iştahsızlıkla başlayan hastalığın son demindeyim esasen. Cuma akşamını cumartesi öğleye bağlayan kütük gibi yatmışlığım yetmemiş ama Ehligevi hem ilacım hem de konuşulacak çok mühim meseleler var. Ehligevi’ye sormadan “O”nu da çağırıyorum, üçümüz takılırız. Hakikatte “O” bize takılır, “O”nu da bu yüzden çok seviyorum belki. İstekte bulunmaz, öneri sunmaz, hiç konuşmaz. Çorbanın tuzu gibidir biraz. Çayın şekeri, gitarın teli, yazın sıcağı, kışın ocağı, denizin sesi, melodinin esidir nihayetinde. Ehligevi de sever onu, etliye sütlüye karışmaz, kimsecikleri kınamaz. Ana baba bacı, acıların ilacı, evin huzuru, aşkın muzuru, bilginin kusuru, sular gibi durudur hakikatte.

Ehligevi damlamadan, berberin yolunu tutuyoruz ilk. Malum ense kılı meselesi ve biz ense kıllarından nefret ediyoruz. Ehligevi, Berber Mesut’un bütün güzellik sırlarını uyguladığı esnada çıkageliyor, onu görünce bütün berber ahalisi erkeğe üst dudak kıllarının çok yakıştığı fikrinde mutabık kalıyoruz. “Sen de bırak” diyor bana, “ortak” diyorum, “benimkisi sakalsız kendisini çok çıplak hissediyor.” Söz çıplaklığa dokununca bu meseleyi burada noktalayıp, acıkmak üzere bir kahveye atıyoruz kendimizi.

Eğer 3 kişiyseniz, yapılacak en güzel iş tavla oynamaktır. Çünkü tavla en çok 3 kişiyle oynanınca zevkli olur. Zeki Müren kapısını almadığım ilk el Ehligevi keyifle mars ediyor. Sonraki eller Ehligevi’nin bütün dalga geçmelerine rağmen Zeki Müren kapımla birlikte “kahır mektubu”nu okutuyorum ona. “Ortak şu kapıyı alma allasen” dediği her an bir kız el sallıyor kahvenin kapısından içeri. “Mesut naptın lan” diyorum, Ehligevi ise müsebbibin bıyıkları olduğu iddiasında. Tartışmıyoruz. “O” ise hiç üzerine alınmıyor. İsviçreli bilim adamlarının insanın açken halüsinasyonlar görebileceğine dair yaptığı bilimsel tespitler eşliğinde Topbaş’ların mekânının yolunu tutuyoruz. Bu devirde iktidara bir şekilde yakın olmak gerektiği fikri var kafamızda, konuşmadan mutabıkız hangi mekâna gideceğimizin… Tıka basa iktidara yakın oluyoruz.

Meseleler derin, gece uzun. Semtin de asi çocuklarıyız nihayetinde… Köyiçi’ne uzanıyoruz aheste aheste… Semt bizim, aşk bizim de, bu Somalili saatçi ne ayak? Kimi Hindu, kimi Rus, kimi Erasmus öğrencisi, kimi bilmem ne belâ… Köyiçi bir medeniyetler buluşmasına ev sahipliği yapmakta… Mekânlar kollarını açmakta, en sessiz olanına kıvrılıyoruz.

Koca Herif’ten konuşuyoruz uzun uzun. 12 Eylül’ü pazara denk getirip, Koca Herif’i ava gitmekten men eden kadere çatıyoruz. Sibel Kadastro’yla dertleniyor Ehligevi, ben hemen Feride Tekengel ile kasvet ortamına daha da kasvet katıyorum. Sonra mühim meselemiz açılıyor yavaştan, tutamıyoruz kendimizi. “Ulan yaşlanınca insanın burnu ve kulakları büyüyor.” Derin mevzu açılıyor, ne çirkin yaşlılar olacağımızın ikimiz de farkındayız, “O”nun güzel bir yaşlı olacağı düşüncesi dile gelmeden sessizce kabul ediliyor. Güzel yaşlılardan temenni ile bahsediyoruz. “Ulan “ diyor, “yaşlanıyoruz.” “Değil mi” diyorum, “yaşlandıkça çirkinleşiyoruz.”

Günün en sonu “sevemedim kara gözlüm” ile bitiyordu hatırladığımız kadarıyla… Ertesi güne bağlandık mı onu bile hatırlamıyoruz. İyice yaşlandığımız hususunda hemfikiriz ama aynada burnumuz ve kulaklarımız yaşlı büyüklüğünde değilse bile olağandan biraz büyük. Kafaya takmıyoruz, ertesi gün “O” yok piyasada, kahvaltıda Ehligevi ile bir adamı nasıl batırdığımızı konuşuyoruz, her zamanki gibi…