İçeriğe geç

Yazar: Niyazi Ozel

Yol Hikayeleri 2…


Sanırım en çok karanlıkları özlüyorum, kiri daha çok seviyorum ben. Batakhanelerde kurulmalı en büyük hayaller. Dikenli yollarda yürümeli asfalta inat. Başrole talip olmamalı filmlerde. Dedim ya bugünlerde en çok karanlıkları seviyorum ben, aydınlığın doğmasına şahit olmak için… Çekin üstümden bütün ışıklarınızı, ben bir tek güneşi özlüyorum…

Yollarım dikenliklerle dolmalı, kan revan içinde yürümeliyim. Kanayan ayaklarım değil yüreğim olmalı her adımda. Zifiri karanlıkta çıkmalıyım yola, yolun sonu görünmemeli hiçbir zaman.

Okyanus ortasında kalmalıyım, hatta ilkin ben delmeliyim teknemi. Yavaş yavaş su alırken dayanağım, girdaplar çıkmalı derinden, fırtınalar inmeli yükseklerden. Rüzgara,poyraza inat tutmalı rotayı, su damlaları çarpmalı yüzüme. Islanmış bedenimi titretmeli rüzgardan. Fırtınanın dinmesini, girdabın kaybolmamasını bir an beklememeli. Yol almalı sadece, sessizce yol almalı…

Hikaye İçinde Hikaye 3…

Oğlan dayıya kız halaya çekermiş sözünü her duyduğumda içimden derin bir amin derim. Annemin yeni yeni küçük bir tepeyi andıran göbeğimi gösterip, ‘’çok yiyorsun çok, dayına çekmişin sen’’ serzenişinde tatlı bir tebessüm belirir yüzümde ve yüreğimde.

Tam olarak bende emin değilim hayranlığım nerden geliyor. Çok büyük buluş yapmış bir mucit, büyük kıtalar keşfe
tmiş bir kaşif de değildi. Kapısının önünde arabalar, emrinde hizmetkarlar da bulunmuyordu. Anadolun kurak bir şehrinin, kavruk tenli insanlarındandı. Gençliğini resimlerden şöyle böyle görsem de, şimdilerde saçı dökülmüş, sakalları ağarmış, biraz da göbeği çıkmıştı. Elinden her iş gelse de (mecazi-marazi bir tanım değil bu, elektrik tesisatçılığından tutun torna tesviye ustalığına kadar geniş bir beceri yelpazesine sahiptir), hiçbir işte tutunamamıştır. Bir gün dahi isyan ettiğini duymamış, ya nasip sözüyle hafızamda yer edinmiştir.

Hikaye İçinde Hikaye-2

Dört kuşak aynı odadayız, teyzem, annennem, annennemin annesi ve ben. ‘’Koca Ebe’’ (sanırım küçüklüğümüzde futbolcular Küçük Hakan, Büyük Hakan diye ayırt edildiğinden bu ismi vermiştik), her sene birkaç hafta kızının yanına gelir ailenin neşe kaynağı olurdu. Bir kaç senedir üniversite maceramdan dolayı koca ebeyi göremiyordum, annemin kahvaltıda ‘’titrek ebe’’ geliyormuş demesiyle, şaşırmıştım. Bizim ufaklılıkların dilleri dönmeye başlayınca Parkinson hastalığından muzdarip kadıncağıza titrek ebe dediğini gülerek anlatmış, daha gelmeden evimize neşe dolmasına sebep olmuştu.

Koca ebe, nam-ı diğer titrek ebe yaşlılardan kimine göre cihan harbi kimine göre ise kuraklık zamanlarında doğmuştu. Yani en muteber iki rivayet bunlardı. Doğduğu ay konusunda ise bilumum sebze ve meyvenin ekilme biçilme zamanları kadar kombinasyon mevcuttur. Torunun torunu görecek kadar şanslı, hatırlayamayacak kadar muzdaripti. Parkinson Alzheimer reflü gibi ismini hala gavur askerleri sandığı bir çok hastalığa sahip, kulakları ağır duyan, elinde doksandokuzluk tesbih, sürekli secdede olmasını sağlayan beliyle, nurani bir kadındı. Hafızasının ulaşmasına izin verdiği hatıralarını anlatır, neşemize neşe katardı.

Annemin ‘’oğlum sende zaten şunun şurası kaç gün geliyorsun bizde özlüyoruz’’ sitemine, ufaklığın ‘’abim kalıyorsa bende kalırım’’ tehditine rağmen izin almayı başardım. Titrek ebe (bu yakıştırma daha çok hoşuma gitti) kaçıncı defa oğlum sen kimsin diye soruyordu. Ebe ‘’Selmin var ya’’ diyerek bağırıyor, onun oğlu olduğumu anlatmaya çalışırken Selmin’ide unuttuğunu fark ediyor, sonra annennemden başlayarak silsileyi kendimde tamamlıyordum. ‘’Ahh oğlum ahh kafa kalmadı ki’’ diye torununu unutmaktan utanıyor, anlatmaya başlıyordu. Eşlisinin yaptıklarından dem vuruyor, kıtlık zamanlarını anlatıyordu. Aslında anlattıklarının tarihi bir önemi olmasa da sallana sallana anlatması, dilinin şivesi, tabiî ki de durup durup sen kimsin oğlum demesi hoşumuza gidiyordu.

Hikaye İçinde Hikaye…

Ahh Ramazan, Deli Ramazan… Pissst deyince kovalardı ya bizi küçükken, önce homurdanır kendi kendine, sonra küfretmeye başlar, biz kaçardık o kovalardı. Yerden bir taş alır düşerdi peşimize, ne birimizi yakalayabilmiş ne de taşı atıp kafamızı yarabilmişti. Kıskançlığından mı kovalardı yoksa merhametinde mi yakalamazdı bilinmez. Ramazan’a pisst demeyi, sokaklarda koşmayı bıraktığım zamanlarda annennemin dizi dibinde öğrenmiştim. ‘’Ramazan’’ demişti annennem, ‘’çok güzel bir çocuktu’’ saçımı daha bir şefkatli okşuyarak, ‘’şu köşede yapılan apartmanın yerinde iki katlı bir bina vardı’’. ‘’İlahi takdir, orada oturan Mehmet Bey’lerin çocukları olmuyordu, evlat özlemi işte Ramazan’ı evlatlık almışlardı’’. Türlü türlü oyuncaklar, elbiseler. Yetimliğinden mi yoksa yaratılmışlığından mı, ne yakışırdı yeni elbiseler. Sokağa indimi koşar, gülümser, eve de mahalleye de sevinç getirmişti Ramazan. Evde kedi beslemek adet değildi ama o kadar çok seviyorlardı ki yavrularını, bir yavru daha eklediler sıcak yuvalarına Ramazan’ın ısrarına dayanamayarak. Ramazan koşar, kedi koşar, ramazan zıplar, kedi zıplar…

Bizim Sokak



Acısını kulaklarımızdan çıkararak açılan kepenklerin o sesini bile özlemişim. Memlekete daha yeni geldiğim hâlde, hemen bizim sokağa koştum.

Dükkan âdet olduğu üzere bismillah diyerek açılır ve illaki, önce sağ ayakla girilir. Öyle, uzayıp giden, yazılı kuralları da yoktur esnaflığın, hatta kulaktan kulağa bile yayılmaz. Ama esnaf adam işin adabını bilerek doğmuş gibidir. Saatçi Sefa dışında bütün esnaf dükkanlarını yedi buçukta açmaya başlar, sekize kadar bütün kepenkler açılmış olurdu.

“Kahvaltılık bir şeyler alıver oğlum.” dedi Babam. Demek oluyor ki; yolun karşısındaki Bakkal İbo’ya gidilecekti. Aslında tercihen sabah erkenden kalkılıp, çorbacıda mercimek, işkembe yahut kelle paça içilirdi. Ve illa ki işkembeyle kelle paçanın sarımsaksız tadı olmadığından dert yanılırdı.(esnaf adamın ağzı kokmamalıdır adaba aykırıdır çünki) Yok eğer, bugünkü gibi, erken kalkılamamışsa Bakkal İbo’dan zeytin, peynir, haşlanmış yumurta, tereyağı alınır; çırakta sıcak pide almak için fırına yollanırdı. Artık zevke göre yumuşak, gevrek, az pişmiş, çok pişmiş diye sıkı sıkı tembih edilerek elbette…

İbo Abi’ye “selamün aleyküm” diyerek girdim bakkala. “Ohoo doktor, hoş gelmişsin” dedi. Hoş-beşten, hatır sorma gönül almadan sonra; “Abi, bize kahvaltılık” dedim. Ne kadar istiyorsun diye sormadı bile İbo Abi, üç kişilik kahvaltılık vereceğini bilerek. Peyniri böldü bir hiç tereddütsüz, ince beyaz kağıda sardı itina ile, sonra gazete kağıdından bir çırpıda yaptığı külaha zeytinleri doldurdu. Tereyağı ve yumurtaları da aldıktan sonra hazırdı bizim kahvaltılık. Çırak da geliyordu işte karşıdan elinde sıcak pidelerle. “Üç de çay söyleyiver Muhtar’dan” diyerek, pideleri elinden kaptım çırağın. Çırak dediğin ne ki zaten: git gel, gel git…

Gizemli Adam

Mahalleye girdiği zaman hummalı bir koşuşturma başlardı.yaşlısı genci,çirkini güzeli,evlisi bekarı pencereye doluşur,kapısının önüne çıkar,siperdeki bir askerin dikkatiyle ona bakarlardı. Başında şapkası,boynunda kıravatı,sırtanda ceketiyle eşsiz bir mabedi andırırdı. Her daim boyalı ayakkabısıyla attığı adımlarla ruhundaki zarafeti haykırıyordu.yakışıklığı,karizması hakkında bir fikir ayrılığı yoktu. Rüyaları süsler,bilmem kaç karatlık elmas parlaklığıyla ışıldardı. Elmas çekiciliğinde ve ulaşılmazlığındaydı. Zaman mahallede onun geçişinde akıyordu beklide sırf onun geçişinde duruyordu. Oda farkındaydı izlendiğinin. Adımlarını ritmik atmaya,pencerelere poz vermeye azami dikkat ederdi. Kimseyle konuşmazdı,adını sanını bilmezlerdi ama çocuklar dahi oyun oynamayı bırakırlardı saygıdan. Batmak üzere olan güneş ayrı bir gizem katardı mahallenin bilinmeyen sakinine. Belli ki çok uzaklardan gelmişti,çok bilgiliydi,çok görmüştü.kimse konuşmamış,hatta yakından bakmamıştı ama öyleydi,mahalleli biliyordu.

Bu dostluk başka bir dostluktu, ne yalılarda anlaşılabilirdi ne de meyhanelerde. Dedik ya bu dostluk başka dostluktu…