İçeriğe geç

Yazar: Oğuz Atalay

Yazılara Ayraç Yahut Kuş Tüyünden Bir Yazı

 Birkaç gün önce bu sitede yazan bir arkadaş, sitedeki yazıların nasıl olması gerektiği üzerine konuşurken, “hafif” yazıların makbul olduğu yolunda bir yorumda bulunmuştu. Tabii onun hafiflikten kastettiği mana “suya sabuna dokunmayan” yazılar demek değil, ben çok iyi biliyorum da, biraz takılayım istedim, “ben zaten hafif yazıyorum” diye bir karşılık verdim.

Sosyal medyanın kötü bir özelliği var, “beğen” diyorsun, olay bitiyor. “Ben zaten hafif yazıyorum” cümlesini birkaç kişi beğenince kendimi “hafif meşrep” hissettim, yalan yok. O zaman şöyle en ağırından bir yazı yazayım da, kimse yerinden kalkamasın diye düşündüm. Latife ediyorum tabii ancak bazı hususları şaka yollu açıklığa kavuşturamıyor muyuz diye de düşünmeden edemedim.

Bu satırları buraya yazmamın müsebbibi ilkokul arkadaşım ile aylar önce istişare ederken, “kafama göre takılırım, haberin olsun” dedim, “eyvallah” dedi. Bir de “sen daha iyi bilirsin, çok yazıp çiziyorsun, ben anlamam” deyince, ben “ulan şimdi sık yazmak da lazım ama tavır koyarken biraz farklı da olmak lazım” diye düşündüm. Aradan zaman geçti, malûm deneme aşaması var, yayın yok ama yazılar ekleniyor. Hikâye yazmışlığımız, şiir karalamışlığımız, bol dipnotlu yazı tecrübemiz var ama hepsini geçtim her şeyden önce tarafız. Yazmadan evvel, okuyucuya derdimizi nasıl farklı anlatırız meselesini de eklenen yazıları okuyarak sağlayayım istedim. Aman Allah’ım o da ne! Bizim “anlamayan” (!) Niyazi, öyle hikâyeler döktürüyor ki; “ulan Niyazi, alacağın olsun” dedim, “saman altından su yürüt, bir de ben anlamam ayaklarına yat.” Hikâye işini Niyazi’ye temelli bıraktım. O derdini hikâye ile herkesten güzel anlatıyor.

Hal-i Pürmelalim(iz) Yahut Bir Derdim(iz) Var

 Betalarla, gamalarla, tetalarla boğuşurken, tahmin edemediğim doğrusal regresyona ara verip, gerçek hayata bir süreliğine döneyim dedim. Malum, özellikle matematiksel ispat gerektiren bir şeyler ile uğraşırken beyninizin zinde olması gerekir. –Gerçi beyninizin her daim zinde olması gerekir bu ülkede, hafazanallah cinayete kurban gidersiniz bir an dalsanız, ama konumuz bu değil.- Hemen bir kafein özlü içeceğe sığındım. –Kahve desem alaturka hâline ihanet edeceğim, halk arasındaki ismini söylesem reklama girecek, anlayın işte…- Neyse efendim, bu arada üç-beş rakibin boyunun ölçüsünü vereyim, ortada vezir komayım, kalelerini yiyeyim derken, bir vatandaş boyumuzun ölçüsünü verince, üç-beş satır bir şeyler okumaya karar verdim. Yapmaz olaydım.

Hastalık kardeşim. Bilenler bilir, edebiyatta estetiğe inanılmaz zaafım var, bir-iki kendini bilmez de –aflarına sığınıyorum, yeri geldi söylemeden duramadım- söz sanatını yapıştırmış sitenin göbeğine, benim elim başladı kaşınmaya. Depreşti ya bir kere, yazmadan geçmiyor. Sonra ekonometri de yalan olacak, yalan olması bir yana, alınlarının çatına şöyle dolu dolu kâğıdı koymazsam bizim diploma yalan olacak. Madem öyle, “karala yalancıktan bir şeyler, bir şeye benzemez zaten her zamanki gibi, en azından hastalık sakinleşir” dedim, dememle birlikte başladım: “betalarla, gamalarla…”

Birisi demiş “üzerimizdeki ölü toprağı kimin küreğinden”, öbürüsü yazmış “travestilerin varlığını kabul ederim ama ağır ağabeylerle muhabbete tiryakiyim.” Elim gitti telefona, arayıp “neyin kafası bu?” diye soracağım, hem sorunun suyunun çıkması hem de gecenin ilerleyen saatlerinden dolayı vazgeçtim. Bir anda da yarınki mesailerinden dolayı sahaların bana kaldığını fark ettim. Çakallık yaptım biraz işte, kimse yokken, koyup yazıyı kaçayım dedim, iyi ki de öyle demişim. Bir yandan da kendime kızıyorum, bir süre yazmayıp birisine fırsat versem de “nerdesin olum sen, özledik” dese diye bekliyorum. Ancak Şeref Bey’de sorulur o soru, biz ancak sağa sola çalım satarız kendimizi bir şey sanıp, adam önüne geleni çalımlıyor, yapacak bir şey yok.

Konuyu nereye bağlayacaksın, nasıl bağlayacaksın diye düşünme, birkaç cümle sonra bağlanacak, akıyorsa konu, dert etme.

Kabul Ederlerse Cennetin Üstündekilere Bir Yazı

On dört yaşındayım. Kendimi adam oldum zannediyorum. Nerede? Ergenliğin en hararetli zamanlarında, dik kafalılığa hızla yol alıyorum. Gözümüzde büyüdükçe büyümüş, anlı şanlı bir okula kaydımızı yaptırmışız. Nereyi kazandığımızın belli olmasıyla okula başlayacağımız vakit arasında yaklaşık bir iki aylık zaman dilimi var ki; içim içime sığmıyor. Gurbete çıkacağız, başkent bütün ihtişamıyla bizi bekliyor, biz de sözde koskocaman adamız.

Otobüse bindiriyorlar beni memleketten, o ana kadar şen şakrak ben, otobüs hareket edince sıkıyorum dişlerimi. Dokunsalar o koskoca adam (!) ağlayacak. Annem ağlıyor, saklamıyor artık, bir bakıyorum, tam otobüs dönerken babam da ağlıyor. Eh, o zaman ağlanacak. Ankara yolu bitmiyor, ağladıkça ağlıyorum. Allah’tan başkentin grisinde baba yarısı bir amca, kendi evladından ayırmayan ana gibi bir yenge var. Karşılıyorlar, bir nebze ferahlıyor kalbim, şanslıyım. Anneme, babama kavuşmuş gibi sarılıyorum onlara. Bilmiyorum, anlıyorlar mı beni. Yurda yerleşeceğim, vakit geçmesin istiyorum. Ne mümkün, onlardan da ayrılık vakti geliyor artık, yeni tanıştığım arkadaşlara delikanlılık yapmayacak olsam yine ağlayacağım. Yok, bu sefer dönüyorum sırtımı, bambaşka bir hayata adım atıyorum.

Çok Yakın Bir Zamanda Kendi Kendisini İmha Edecek Yazı

Bu gece hiç yazmayacaktım, aslında uzunca bir süre yazmak fiilinden uzak duracaktım, dayanamadım. Zaten hep bu vakitsiz yaptıklarım çorap örer başıma. Mesela ortalıkta kendisini unutturmayacak kadar sık görünen ama tadını kaçırmayacak kadar da az görünenlerden olamadım hiç. Hiç denge adamı değilim anlayacağınız, ondan “siyaset” dedikleri oyundan da hiç anlamam. Bildiğin ‘kalas’ım böyle mevzularda, şimdi içinden “estağfurullah” deme, öyleyim biraz. Bir de öyle bir şey var değil mi, farklı bir söyleyiş “aynen öyle” demekmiş, neyse sen anladın benim ne demek istediğimi. Şu an tek istediğim şey niçin yazı yazdığımı anlayabilmem. O da mümkünse…

Bugün şöyle maziye doğru uzandım biraz. “Nasıl uzandın lan maziye” der kesin içinizden birisi, aynen şöyle oldu efendim: bir arkadaşın üç beş satır yazmış olduğu harikulade bir şeyi okuyunca, “vay arkadaş” dedim kendi kendime “bu mevzu hakkında ben de tam da böyle bir şeyler zırvalamıştım.” Sözümü balla keseyim, bu ‘kendi kendine konuşmak’ mevzusu da ayrı bir yazı konusu zaten, monolog dedikleri garabetin hakikatte tam manasıyla diyalog olduğuna inananlardanım. Kafamda kaç tane adam var bir bilseniz, deliyim lan, tamam uzatmayın.

“Hadi Oradan Yazar Müsveddesi” Temalı Yazı

Senin tuzun kuru tabi… Buldun gariban Oğuz Atalay’ı, üslûbundan başlarsın giydirmeye, gidersin Allah ne verdiyse… Canın sağolsun… Sana diyorum sana, bakma sağına soluna…

Adam gelmiş, “kardeş” demiş, “koskoca trende biraz adam toplayalım da, inecek var diyelim”, satırların sahibi de hıyar görünce tuzu alıp koşar cinslerden, toplaşmadan niyetlenmiş “inecek var!” diye bağırmaya. Bakmayın siz, burada yazanların hepsi de tuzu kapıp koşanlardan, bana laf edemezler “sen nasıl bizim hakkımızda böyle konuşursun” diye.

Bu konuya girmek değildi niyetim. Ha, şöyle bir içimi döküp gidecektim, bilirsiniz, iç dökerken olur olmadık konulara girersin, arada dedikodu kök salar, girdiğin yerden de çıkamazsın ya, hesap o hesap. Bizimkisi de öyle oldu biraz. Bir yerden girdik, bakalım nereden çıkamayacağız.

Şimdi; “yahu hadi her şeyi geçtim, ilkokul bilgisi ile yazsan bile bir giriş, gelişme, sonuç olur, ne yazdığın şey belli, ne de anlatmaya çalıştığın şey” dersen de, vallahi hak veririm. Ben dünyaya giriş yapmış da gelişmesini tamamlayamamışlardanım, o sebepten sonuçlandırma kısmının ne olduğu hakkında da bir fikrim yok. Zaten oldum olası yazıların nasıl sonlandırıldığını anlamam, şöyle bol dipnotlu (makale derler namına da okuyucusu hiç olmaz neredeyse) bir şeyler karaladığımda yazıyı bitirirken bir sonuca varamam hiç. Ya “bitirirken” derim o kısma yahut da “son niyetine” deyip, okuyucunun bitsin artık isyanına kulak veririm. (O okuyucu da eğer varsa)

Başkası Olma Kendin Ol! (Ne Alakaysa)

“Söze ben diye başlayan enaniyet ve kibir sahibidir” genellemesinden bıktım. Ben bıktım yahu, bıkmayanınız varsa, hatta bu genellemenin tam da böyle bir gerçek olduğuna inananlarınız varsa, tek başına yapmış olduğu eylemlerden “biz yaptık” diye bahsetmeye devam edebilir. Edemez aslında, etmemeli, etmesin… Çünkü “ben”in yerine ikame edilen “biz” bu hallere getirdi bizi. Ah yine “biz” dedim, beni bu hale getirdi en azından, bütün benlerin toplanmasıyla hepimizi…

Küfür Meselesine Giriş

Küfür edilen bir muhitte büyümedim. Sokakta oynadığım yaşıtlarımın en ağır küfrü “eşekoğlueşek”ti ve öyle kolay kolay edilmezdi. Ya top sahibi maçın ortasında topunu alıp gitmeye kalksın ki ya da harbiden çocuklar için ciddi bir mevzu patlak versin ki mevzubahis küfür edilsin. “Ulan”, “pis”, “eşek” gibi küfürler gerçekten sinirlenirsek çıkardı ağzımızdan, kibar çocuklardık vesselam…

Okuyucu Kitlesine Yazarı Takdim (Bir Kısmı +18)

Yazmayı öğrendiğim günden beri (okumayı evvel öğrendiğimden okuma-yazma demiyorum) beyaz sayfalara çok şey karaladım. Denemeymiş, şiirmiş anlamazdım başta. Alt alta yazarsam şiir, yan yana yazarsam kompozisyon derdim adına… O sebepten mavi önlüklü çağlarımda mesele yazıysa; yarışmaların ilk derecesini önceden rezerve ederdim. Şiir derlerse alt alta yazardım, kompozisyon derlerse yan yana… O kadar basitti olay işte.

Ciddi bir okuyucu kitlemiz de oluştu, övünmek gibi olmasın. Yarışmalarda yalnızca jüri okudu yazdıklarımızı, sonra altın günlerinde, annemin gün arkadaşları heyecanla dinledi beni… (Burada alkışlar ve tezahüratlar eşliğinde zorla ve utanarak okuduğumu belirtmeyeyim en iyisi, okuyucu kitlesine sahip bir yazara yakışmaz çünki.) Biraz büyüdük ‘aşk’ dedikleri illete tutulduk herkes gibi, sadece sevdiğimiz kız okudu yazdıklarımızın bir kısmını… O da ciddi kitleden sayılır bence, haliyle…