İçeriğe geç

Yazar: Oğuz Atalay

Küfür Meselesi-V

İki ayı geçkin süredir tam tamına dört farklı yazı ile Küfür Meselesi üzerine bir şeyler karalarken sinkaflı hiçbir kelime kullanmamak, edebî birikimden ziyade küfre yazıda yer vermeye götümüzün hâlâ yememesinden kaynaklanmaktadır. Ancak bu parça, en baştan belirteyim, artık perdenin yırtıldığı, yazı başlığının hakkının verildiği bir yazı olacağından, küfürden haz etmeyenlere tavsiye edilmemektedir. Bu cümleden sonra, küfrü yargılamayacak olanlar okumaya devam edebilir, yargılayacak olanlar ise şahsıma küfür etmeden ortalığa söverlerse sonunu getirebilirler. Tavsiye edilen, yazının okunmasının burada noktalanmasıdır ki; yanlışlıkla şahsıma küfür edilmesini istemem.

Küfür Meselesi-IV

Güzel memleketimde en çok rastlanan, kirpi saçlı çocuklardan biriydim ben de. Anadolu’da çocukların ekserisinin giyindiği gibi ben de büyük çocukların küçülenlerini giyerek büyüdüm. Eskisini değil, dikkatinizi çekerim, küçülenlerini! İsrafa zerre tenezzül etmeyen insanlardan müteşekkildi ana ve babalarımız ve herkes de rencide etmeden birbirine yardım etmeyi bilecek zamanlarda yaşıyordu. Çocuklar hiç büyümediğinden mi küçülürdü kıyafetler yoksa kıyafetler küçüldüğünden mi hiç eskimeden 3-5 çocuk aynı kıyafetle büyürdü, bilmiyorum. Bildiğim tek şey, sanki bütün ülke birbirine yardım etmeden yaşayamaz gibiydi ve herkes birbirinden daha fakir olduğu kadar birbirinden de daha zengindi. Gönüller zengindi ne de olsa ve annemin Ramazan paketlerine ismi o zaman da yazılı değildi. Belediyelerin iftariyeliklere damgalar vurmaması henüz alfabenin olmadığı zamanlar olduğundan dolayı idi bence. Geçmişe o kadar da kötümser, bugüne ise iyimser bakmak istiyorum çünkü ben o zamanlar küfür etmiyordum.

Küfür Meselesi-III

Hepimizin çocukluğunu oradan buradan alarak, hiçbir kronolojiye tabi olmadan, protest bir tavırla anlatıyorum, farkındayım. Küfür Meselesi’ni anlatırken, ettiğimiz küfrü mazur, bizden sonraki nesillere de küfrü cazip gösterme değil asla niyetim. Olanı anlatmaya çalışıyorum dilim döndüğünce, fazlasını değil. O nesle hep ‘biz’ diyorum, anlatılamayacak bir aidiyet oluşturarak.

Bizler aynı zamanda “şunu yapma, bunu etme, buraya gitme” nasihatlerine en çok muhatap olan nesiliz. Ana ve babamızın korku duvarlarına en çok çarpan nesil bizdik ve bütün nesillerden farklı olarak sobanın sıcak olduğunu inatla en acı şekilde de biz tecrübe ettik. Salak değildik elbet, Allah vergisi bir tavrımız vardı bizim.

Sarı-Beyaz Hatıralar

(Yıllar önce karalamış olduğum ve hiçbir yerde yayınlanmayan bu hikâye benzeri yazıyı, şu an “inecek var” diye haykırırken yıllar öncesinden “binecek var” diye de haykırdığımı göstermek için sunuyorum. Hem Küfür Meselesi gibi bir mevzuya derkenâr yapalım hem de yıllar öncesinin uslûbunu yad edelim istedim. Hikâye benim işim değil, affedin.)

Hayatlarımızı yazmaya niyet etsek, her birimiz insanlığın hizmetine sunulmuş ansiklopedi namlı ciltlerden onlarca kat fazlasının yazarı olmak mecburiyetinde kalırdık. ‘Her hayat bir romandır’ diyenler, insan ömrünü hafife aldıklarının kim bilir ne zaman farkına varacaklar. İnsanın hayatında ancak bir motif bir roman kalınlığına sığar, ancak bir roman insanın ufacık bir anının imbikten geçirilmiş tahkiye cinslerinden sadece birisidir. Peki ya hikâye? Yahut hikâye kılıflı hatıralar yumağı? Hangimizin rüyalarına giren bir fotoğrafı ve bu fotoğrafın anlamını tam olarak ifade etme yeteneği var? Benim rüyalarımı süsleyen bir fotoğraf karem –şükür ki- artık var.

Nerede, ne zaman doğdum? Nerede büyüdüm? Çocukluk çağımın en belirgin ve en göze çarpan hatırası bu bilinmezlik olsa gerek. Meridyen ve paralellerin ifade edemediği, ismi sebepsiz yere saklı ve isimleri nedense hep farklı yerlerin değişmez sabitesi: şirin, boyası yer yer dökülmüş sarı bir bina… Şehrin yahut kasabanın ya da kimsenin uğramadığı bir mezranın kenarında, beyazla cilveleşen sarının memleketi. Benim memleketim. Ana ve ata yurdum; işte o sarı binaların mevcut olduğu, esamesi değişse de hayatlarımızı asla değiştiremeyen ikâmet yerlerinin muhkem ve gözden ırak mevkileri. Hepsinin ortak adı: Anadolu.

Küfür Meselesi-II

Bu ülke sadece bizim neslimizin ilk hatıralarının kaydedildiği demlerde mi yangın yeriydi? Değildi elbet. Ancak bizlerin geri döndürülemez, bilinçaltlarımıza yerleşmiş acıları bütün nesillerden daha fazlaydı çünkü biz küçücük ellerimizi yumruk yapıp sıkmayı, en tabii hakkımız olan ağlamaktan kaçınmayı televizyon karşısında öğrendik.

Bütün nesiller, gelişimlerinin o en önemli dönemecinde, kelimeleri yan yana getirmeye başladığı, iyiyi ve kötüyü ayırt etme kabiliyetine yavaş yavaş sahip olduğu zamanlarda bilinçaltlarına çok şey borçludurlar ya da ben böyle düşünüyorum. Bizim neslimiz dışındaki hiçbir nesil, kendi şahit olduklarından başka bir acıya bilinçaltlarında yer vermediler. Ama biz kaçamadık bundan.

Küçük bir çocuk hayâl edin. Televizyon karşısında oturuyor. Muhtemelen hayâlinizdeki o çocuk, çizgi film izliyor. Ben de izledim elbet, mesela Pazar sabahının en erken saatlerinde televizyon bana rezerve edilmişti. Hâlâ akranlarımla “ulan ne güzel çizgi filmdi” diye muhabbetine başladığımız olağan hatıralarımız oldu. Ama, aması muamma…

Küfür Meselesi-I

 “Ben küçükken…” diye başlayan yazılar bana itici gelir biraz çünkü böyle bir başlangıç bazı şeylerin itirafıdır genelde yahut değişen bir şeylerin anlatılacağı alenen haykırılmıştır. Farkındayım, aynı naneyi ben de şimdi yiyorum. Özür diliyorum.

Henüz futbol topunun çokça paralar ödenerek izlendiği zamanlar değildi anlatmaya koyulduğum devirler… Şifreli kanal yoktu mesela çünkü saklayacak bir şeylerimiz de yoktu. Siyah ve beyazı renkli kanal(lar)dan sadece birkaç kilo çekirdek masrafına girerek izleyebiliyorduk. Sarı Metin gollerine devam ediyordu mesela ama Beşiktaş bütün dertleriyle kalbimizin en fiyakalı köşesine kuruluyordu ve bizim hissemize yine hüsran düşüyordu. Benim küfürbazlığın kıyısından geçmediğim zamanlardı, güzel günlerdi.

Bir seyyar satıcının “Abla büyük adam olacak” diye anneme latife ettiği kişi bizzat bendim. “Büyük adam değil, cumhurbaşkanı olacağım” demiştim henüz dört yaşında. Tonton Dede’nin başımıza ördüğü çorapları bilmekten çokça uzaktık hepimiz ve cumhurbaşkanı olursam kimse aç kalmayacaktı mesela… Çocukluk derler ya, öyle işte. Gelecekte olmak istediğimiz, hayâl kurduğumuz kişiler şimdiki çocuklarınkinden çok farklıydı. Bütün Oğuzların, Kürşatların, Alperenlerin dedesi hapisten yeni çıkmıştı mesela, biz onun davudî sesine aşina büyüdük en çok, Tonton Dede’den daha kudretliydi kesin ama cumhurbaşkanı değildi ve onun yerini nedense hiç hayâl etmezdik küçükken, hep dedemiz kalacak diye. Hayâllerimiz kendimizden büyüktü, biz büyüdükçe onlar küçüldü.

Eften Püften Meseleler-I

  “… ne istediğini bileceksin” diyen birisi ‘homo economicus’tur bence. O üç noktayı konjonktüre göre dolduran, fırsat bulduğu ilk anda cebini de ilk dolduracak olandır aslında. O sebepten her insana adam denmez ve her adam da yalnızca insan sıfatıyla anılmamak namına, bütün yanıcı ve yakıcı materyallerden uzak durmalıdır ve dahi adamlar yanıcı ve yakıcı materyallerden uzak durduklarından ötürü hem kırılgan hem de kırıcıdırlar.

“Ne istediğini bilmiyorsun” sözüne sayısız kere muhatap olduğum her seferde, iki defa “çok şükür” derim içimden çünkü şükrü açıktan etmek muhatabının anlamsız bakışları arasında mevzuu dalga geçmek boyutuna indirgeyebilir. “Dalga mı geçiyorsun?” sorusunun yöneltilmesi her türlü diyalogda tehlikeli ve kanaatimce yasak olmalıdır. “Ciddiyim” cevabı verildiği anda karşımıza ayı da çıkabilir, muhatabın başına taş da düşebilir. O sebepten ben susarım, sesli konuşmam anlayacağınız, monolog namlı iç diyalogumda mutsuz kalmanın yollarını ararım. Açıkçası ben hep mutsuzumdur ve insan evladının zihni hep sebep aradığından, ‘depresyona meyilli insan’ diye uydurduğum tanımın arkasına saklanırım. Ancak henüz cevap veremediğim sorularım da vardır bu konuda, ya geçmişte –depresyon kelimesi bilinmezden evvel- mutsuz insanlar yoktu yahut benim uydurduğum tanım sadece bir bahane. Ben her defasında ilk seçeneğin doğru olduğuna inanarak mutsuz olmaya devam ederim.

Yazılara Ayraç-II Yahut Kuş Tüyünden Bir Diğer Yazı

Ahmet Güven “Hafifliğe Dair” başlıklı yazısına “hafiflik ve ağırlık meselesi ne ağır bir meseleymiş meğer” diye başlayarak meseleyi yalnızca kalem oynatma boyutunda görmüş. Yer yer çok doğru tesbitlerde bulunurken, bazı yerlerde fikrimce yanlış yerlere temas ederek, Buğra’nın 8.5 namlı Psişik Mevzusu’nda kendisinden bahis edildiğinden sanırım, mevzuyu biraz şahsileştirmiş. Mevzunun şahsileştirilmesi sadece kendi uslûbunu ağır addetmesinden değil elbet, konunun sadece yazı ile sınırlanmış olmasından da ileri geliyor. Açayım efendim…

Sanırım Buğra şahsımı övüp beni çok utandırdığı yazısını yazmamış olsa idi, benim yazmakta olduğumuz siteye karşı ümitlerim hayli kırılacaktı. “Bazı hususları şaka yollu açıklığa kavuşturamıyor muyuz” endişesi, hiçbir şeyi açıklığa kavuşturamıyoruz tesbitine evrilecekti. Ancak Buğra, benim hafif meşrep söylemimi kendi uslûbuyla öyle güzel anlatmış ki; üzerine söyleyecek daha fazla bir şey bırakmamış.