İçeriğe geç

Yazar: Alperen Gökçe

Endişesizler

Cenazede saf tutmuş, namazı yanlış kılmamak için gözlerini bir sağa bir sola çevirerek etrafını kontrol ediyordu. Bir an evvel çıkmayı düşünüyordu. Aklı, avlunun dışındaki tezgâhta gördüğü kavunlarda kalmıştı. “Kavunlar da iyiye benziyor. Zaten yandık öğlenin sıcağında, şöyle iyilerinden götürüp kesip buzluğa atacağım hemen.” diye düşünürken birden sorulan soruya “helal olsun” diyerek katıldı. Ölüyle arasında iki saf varken, ölümle arasında fersah fersah uzaklıklar vardı. Tabut başında kavun kokusu almanın hayata sıkı sıkıya sarılmakla da bir ilgisi yoktu bu adam için. Kendisi ve arkadaşları ölmediği sürece bütün ölüler ehemmiyetsiz ve normaldi. Bencilliğinden değildi asla bu düşüncesi. Mutluluk ya da acı verici vakalar kendisiyle etkileşime geçmeden, bunların muhakemesini yapma ihtiyacı duymazdı. Bi’nevi o pırıl pırıl zihnini bunlara yormazdı. Kendisini, kendisinden başka hiç kimsenin…

Sana Dair

Şöyle diyor şair; “bir evde yaşayın/ o ev asla çökmeyecek”. Bu ev, tek göz bir oda imiş. Bir yanda yatak, diğer yanda bakraçlar, sahanlar. Hela dışarıda. Önce kayaları parçalamışlar, sonra her bir parçayı çamurla birbirine ulamışlar. Uladıkça göğe doğru uzanmış kayalar ve kanaat ettikleri yerden başlarına bir dam örmüşler. Sonra inceldiği bir yerinden içeridekilerin üstüne yıkılmış o ev. Üzerlerini çırpıp tekrar evlerinin duvarını örmeye koyulmuşlar. O duvar üstlerine yıkılsa da yarınlarına yıkılmamış. İçli bir türkünün içi olmuş o evin içi. Kapıdan çıkarken önce güneşi görmüş kadın. Onun soğuk havaya inat sıcaklığı, yüzünün henüz matem değmemiş yerlerine değerken, alnında sabrın ve beklemenin açacağı çizgiler yokken daha sırtına sarılı bebeği ve elinden tuttuğu diğer çocuğu ile gönlüne ilk acı değmiş. O ilk…

Kekeme

Güneşin batarken, yapraklarını pırıl pırıl yaptığı o söğüt ağacının gölgesinde, Yaz sıcağında suyu azaldığından dolayı, tam göğsüne saplanan karpuz kabuğunu söküp atamamış ırmağın kenarında,  Sürekli çıkılan yokuştan bırakılan ve her defasında fireni tutmadığı için bir mezar taşına çarparak durdurulabilen bisikletin üzerinde, Bir yerlere yetişme telaşı bahane edilerek aslında gölgesine düşecek gölgeden kaçılan, hızlı adımlarla yürünen kaldırımın başında, İçi almadığı halde kaşığın yemeğe daldırılıp ağza götürüldüğü, çiğnendiği, çiğnendiği ve çiğnendikçe lokmanın ağızda büyüdüğü, büyüdüğü ve büyüdükçe yutulmaz hale geldiği sofrada, Sadakta kalmış son okunu kime atacağını kestiremediği toz duman bir savaşın ortasında, Her sabah uyandığında, baka baka karanlıkta görünür kıldığın tavanı taşıdığın gözlerinin altındaki şişliklerde, Yaylada dilin damağın kuruduğunda, hızlı hızlı yürürken, suyunu kana kana içmeyi düşündüğün pınarın dibinde, Yağarken sevinilen,…

Şarapneller-X ya da SON

-Bir kalp, bir tedirginliği ne kadar taşıyabilir. -Taşıyabildiği yere kadar. -Nereye kadar diye sormadım. Ne kadar diye sordum. Aslında sana hiçbir şey sormadım. Çünkü sen, bütün soruların sebebisin. Her şeyi bu kadar düşünüyorsam eğer senin yüzünden. Sana, kimsenin kimseye göstermediği bir dehşetle kızmak istiyorum. Belki yumruk bile atarım. Hoş, sen onu da seversin. Morarmış bir gözle gezebilmenin verdiği özgüveni dahi şahsiyetine tuğla diye koyarsın. Belki de doğru olanı sen yapıyorsun. Sen benim şahsiyetimi aldın. Sana, böyle alt dudağım titreye tireye konuşuyorsam eğer korkumdan değil. Dilime getiremediğim kelimeler yüzünden. Sen benim kelimelerimi aldın. Hatırlarsan hep hikâye yazardım. Sanki bugünün habercisiymiş gibi kötü ve karanlık hikâyeler. İnsanoğlu işte; yine de satır aralarına umudu nakşeden cümleleri yazmadan edemezdim. Sen benim kalemimi aldın. Sana…

Şarapneller-IX ya da Başlanılamayan Hikayeler Adına

Penceresinin önündeki çam ağacının dallarının arasından ay ışığını seyrediyordu. Çok uzaklardan gelen zayıf siren sesi, odasına belli belirsiz giriyordu ama düşüncelerinden kopmak için ihtiyaç duyduğu dikkat dağınıklığının tecessüm etmesine kâfi değildi. Yazmak ona şifa veriyordu. Fakat yazmak onu eritecek derecede yoruyordu da. Siren sesleri kesildi. Kendisini her şeyiyle bıraktı. “Bir hikâye yazmalıydım” diyordu “Göğün, ince ince döküp de yüksek sıradağların kuytularında değdirdiği yerde bembeyaz biriken karların hikâyesi. Esasında daha çok yılın dört mevsimi, dört mevsimin on iki ayı, on iki ayın her günü doğup da o kuytularda biriken kara, ışığını ve ısısını ulaştıramayan güneşin de hikâyesi. Kışın bembeyaz ekilen karın, pınara su olarak yürüdüğü baharın hikâyesi aynı zamanda. Bahar yağmuru sonrası yaylaya mantar toplamaya çıkan ve zirvedeki bembeyaz karı, usandığı…

Şarapneller-VIII*

*Esasında bir yazıdan başka yazıya Ben aslında “olur da bir öykü yazma haddini kendimde bulursam senin öykünü yazmak isterim” diye söz verdiğim adamın öyküsüne niyet edecektim. Sonra ona “senin hayatında ne varsa onları tek tek imbikten geçirip bir kısmını çocukluğumu koyup kaldırdığım kutuya koydum. Diğer kısmını da gençliğimi koyuyor olduğum kutuya koyuyorum. Ve daha pek çok kutu var sana dair pek çok şey koyacağım. Ama bunları sana anlatamam. Sen de ben de ağlarız. Ve o öyküde, neden her bayram öncesi o mezarlığa gidip, isimsiz taşlara Fatiha okuduğumu da yazacağım.” diyemedim. Çünkü deseydim, o da ben de ağlardık. İnsan diyemediklerinden müteşekkil. Kendimden biliyorum, zaten insanın, insana dair iyi-kötü bütün bildikleri kendindendir. Şu yaşıma kadar en çok kendimle konuştuğumu gördüm. Ve insanın…

Şarapneller-VII

Son konuşmayı dinlemişiz, kalbimizin kemiğimize çarpa çarpa atışının sesi taaa kulaklarımıza vurur bir vaziyette Bâb-ı Âli’ye doğru gidiyoruz. Öyle bir yemin etmişiz ki aramızda en ufak bir tereddüt gösterip geri döneni indireceğiz, kardeşimiz dahi olsa indireceğiz. Üzerimizde zerre kadar itaatsizlik emaresi yoktu. Edirne’yi Bulgara verecek olanlara karşı, “Edirne’yi verdirtmem” diyenlere itaat ediyorduk. Bizim için mevzu bundan ibaretti ve yeterliydi. Yola çıkmadan evvel içtiğim son tütünün o tatlı acısı hâlâ damağımda. “Ne güzel bir tat, belki de dünyada alacağım son tat bu” diyorum. İşin açığı tütünün tadından başka bir tat da bilmiyorum. Sesler artıyordu iyice, kalabalık da çoğalıyor. Ne oluyor lan düşüyorum. Sıçrayınca gözümü açtım. Uykunun en sevmediğim hali bu. Düşer gibi olup sıçramak. Yalan yok, Bâb-ı Âli’ye doğru gidiyoruz. Fakat…

Şarapneller-V

“Yok yere kahretme, bela okuma, beddua döner dolaşır insanı bulur” derlerdi. Bir vakitti, şöyle demiştim; “âh ulan hayat, sana sırt dönenin sırtı yere gelsin” Sırtı yerin yedi kat dibine geçiyor da insan neye sırt çevirdiğini anlayamıyor. Kör kuyularda merdivensiz kalmaktan şikâyet eden insan, esasında kendi kuyusunu, elleriyle yuvarladığı kayalarla kurutuyor. Göğüs kafesinde, sağlı sollu son iki kaburganın arasına birer kanca takıp yukarı doğru kanırttıkları, bir yandan it gibi yorgan altında titrerken diğer yandan sırılsıklam bir yastıktan başını terlerle öğürerek kaldırdığın o şerli gecenin sabahında, insanda ciğer namına pek bir şey kalmıyor. Bu böyledir; ciğeri tükenenlerin bir şey isteyecek nefesi de kalmaz. Ondandır el açtıklarında soru sormaktan başka bir arzları olmamaları. Sormak da bi’nevi istemektir aslında, cevap istemek; “bir şey acır…