İçeriğe geç

Ay: Ağustos 2014

Seni Seviyorum Dememek İçin- 2

Senin boşluğa verdiğin nefesi, Ben çekeyim ciğerlerime. Aynı cümleleri kuralım, aynı anda. Yaradandan bir yansıma. Ne çok söylerim ismini, Çınlasın kulakların, O siyah beyaz fotoğraftaki gibi Abartılı bir şekilde düşün beni! Alabildiğince boşluk var, Ortasında bir beton duvar. Sırtımı yaslamışken, ”Bana da öyle bakar mısın?” Bakmam mı? retinam! Gölgesi kaç kere üzerime yıkıldı? Haberin yoktu ama, Kaç kere buz gibi sırtıma yapıştı? Karanlığın bir ton açık gecesi, Yanmış karamel gibi olmuşken, Kalbimin güneş görmeyen yerleri. Kreması fazla kaçmış, Sözleri kör eden inatlarımda ise Daha bir inat olmadan, Örnek almalıydım kendime kedigilleri. Sen ise naif bir keman taksimi, Küçük kızarmış ekmek, üzerinde hardal. Şehrinde mecazdan parmaklık, Senin ve benim ötemde verilebiliyor karar. Yalnız yıkılsa da gölgesi boşluktaki duvarın, Düşmez üstüme senin…

Rüzgar

Belki de yazamayışımın nedeni ilk cümleyi kurup da bir türlü başlayamamamdır. Bir başlasam ardı arkası kesilmeyecek belki sözcüklerimin ama… Bir hikayemin olabilmesi için önce başlamam gerektiğini hatırlatıyorum kendime. Olsun, bu sefer başlangıcı olmadan yazacağım. Başını ben de bilmiyorum. Sonunu zaten kimse bilmiyor. En son ne zaman başladığımı hatırlamıyorum. En son ne zaman sona erdirdiğimi de. Ben yaşamıyorum, öylece geçip gidiyorum… Hep gidiyorum. Ama varamıyorum. Geçip gittiğimi görenler yaşadığımı düşünüyorlar belki. Bilmiyorlar ki; bir hikayem yok. Edinmeye çalıştığım yarım hikayelerle yüreğim yamanmıyor… Rüzgarı kendime ad olarak bellediğim gün, ben bile farkında değildim kuytularıma sığınmış aidiyetsizlik hissinin.

Sol Koluma Saplanan Şarapneller-1

417188_208748989226460_1938204504_n

Yağmur yoktu. Dolunay da yoktu. Sıradan bir akşamdı. Her otobüste yerim aynıydı ve ben yine yerime oturmuş kitabımı okuyordum. Karanlıkta görebileceğim yer sadece ışığın yöneldiği yer olacağından, yerim hep koridor tarafıydı. Böylelikle yolu izleyebiliyordum. Yan koltukta bir bayan yanı boştu. Hepimiz hareket için o boş yerin sahibi olan münasebetsiz bayan yolcunun gelmesini bekliyorduk. Aslında ben beklemiyordum, sadece kitabımı okuyordum. Sonra otobüse, kalabalıkta söylenmenin verdiği cesaretlerle çıkan “cık cık” homurdanmalarıyla biri bindi. Aslında halimden bir şikâyetim yoktu. Çünkü geç kalma telaşı yaşayacağım bir sebebim yoktu. Ama yine de kızmıştım bu bekletilmeye. “Kim bu münasebetsiz” diye iç geçirerek kaldırdım kafamı, sonra geri indirdim. Tekrar baktım, tekrar yönümü çevirdim. Asıl münasebetsizliği, O’na bakarak yapmıştım. Kitabımı okuyayım dedim ama yine O. Sanki çıplak gözle kaynağa bakmıştım da her yerde aynı parıltıyı görüyordum. Göz göze geldiğim için özür dilemem gerekiyordu. Yok yok… O benden özür dilesin. “Bu gözlerle sadece yere bakılmalı, yasak ulan kesici, delici yahut ateşli silah taşımak. Sen nasıl da gözünü gözüme değdirirsin.”  demeliydim O’na….

Bitmedi yol… Bitmesin de zaten. Kitap da bitmedi. Bir şeyler söylemeliydim. Ya O’na haddini bildirecek bir şeyler söylemeli yada yalvarmalıydım. Ortası yok. Sonu kuvvetle muhtemel var. Başını anlattım zaten. Böyle adını falan sormak gibi değil. Kitabın ortasından bir şeyler söylemeli ve hemen akabinde yakmalıydım kitabı.

Sıradan Hikayeler-1

Not: Hikayenin de notu olur muymuş demeyin? Baştan eteğimdeki tüm taşları dökeyim de, sonrasında şeyhi uçurmak zaten siz değerli okuyucularımızın ellerinden öper. Birazdan anlatacağım hikayenin sadece son kısmına şahidim. Geri kalanı soğuk bir Anadolu gecesi, sıcacık sobanın üstünde demlenen çayın hatırı ve hatırasıdır. Anneannem bilumum dedikoduları tükettikten sonra, nedense aklına gelmiş, uzun uzun anlatmıştır Deli Ramazanı. Anneanneme gelince, samimiyetine ben kefilim, güvenirliliği ise babasının evliya olması konusunda hafif sarsılmışsa da, annem tarafından kefil olunmakta ve tarafımca yeterli bulunmakta. Evliya meselesi ise anneannem ve kardeşleri arasında, benim ortalığı kızıştırmamdan çıkmakta. Babaları ile anneleri ayrılınca kardeşlerin bir kısmı baba da bir kısmı da annede kalmış. Anne tarafından büyütülen kardeşler babanın uçkur peşinde, teneşirin pakladığı biri olduğunu savunurken, baba tarafından büyütülen kardeşler ise sabahlara kadar Kuran okuduğunu, öldüğü gün çeşitli mucizeler gösterdiğini söylemektedir. Bu kavga hepsinin birleşip bana yönelmesiyle ve benim de sigara arası almam ile sonuçlanırdı. Yani anneannem salahiyeti konusunda ki tek çekincem budur.

Hülya ve Necdet mahallenin aşağısında otururlardı. Aşağı yukarı kavramı, düz ova üzerine kurulmuş İç Anadolu şehirlerinde mahallenin şehir merkezine yakınlığı veya uzaklığını ifade eder. Yoksa ne yokuşla ne de bir ırmakla ayrılmıştır aşağı ile yukarı. Mahalle dediğim delisi, bakkalı, camisi, ayyaşı, esnafı, memuru, yoksulu, zengini, köylüsü, kentlisi ile bir yolun etrafına dizilmiş sıra evlerden oluşur. Necdet Bey doğma büyüme bu mahallede oturmakta, yirmi senedir resmi tatil günlerini ve yıllık izinleri saymazsak memur rolünü oynamaktadır. Liseyi bitirdiğinden ve devleti temsil ettiğinden mahallenin önde gelenlerindendir. Tek dertleri ise çocuklarının olmamasıydı. Ankara’da ki hastanelerden, Konya’da ki cinci hocaya kadar bütün ilim erbablarına başvurup, değişik şekillerde ki hapları kullanıp, adları duyulmamış otları kaynatsalar da en son çareyi kader demekte bulmuşlardı. Necdet ile Hülya iki gün mahalleden kayboldular. Tam teorilerin sonu gelmekteyken ( sabah kahveleri, akşam üstü kapı oturmalarında neler konuşulmamıştı ki; bu sefer Van’da bir türbeye gitmişlerdi, İstanbul’da yeni bir doktorun methini duymuşlar, oraya gitmişlerdi, daha neler neler. En çok Bakkal Mustafa’nın kafası karışmıştı. Kim nerden duyduysa tüp bebekle ilgili bir şeyler gevelemiş, Bakkal Mustafa tüpün bebeğin neresine yerleştiğine kafa yormaya başlamıştı), ellerinde yeni doğmuş bir bebekle dönmüşlerdi. İşin aslı anlaşılıncaya kadar, Bakkal Mustafa her gelen müşterisine yeni bebeği görüp görmediklerini, tüpün neresinde olduğunu sordu. En sonunda tüpün o küçücük bedene yerleşemeyeceğini, gazın çocuğun içine doldurulduğuna kanaat getirmişti ki, Hülya ile Necdet’in fakir köylerden birinden beş çocuklu bir annenin öksüz bebeklerini aldıkları ortaya çıktı.

Daha Daha Ne Var?

”Bir kimse aritmetik, geometri, astronomi ve müzik’ten yoksun olursa, nicelik ve niteliğe ait bilgiden de yoksun olur. Nicelik, nitelik ve cevher bilgisinden yoksun olan ise felsefe bilgisinden yoksun sayılır”
Kindi

Daha daha ne var?

Çalışma saatlerimiz ile ofis saatlerimiz artık aynı değil. İnterneti olan her evde bir bankacı var. Herkes vergisini bir güzel hesaplıyor ve en güzel yemek tariflerini para vermeden indirebiliyor. Birey, daha fazla tüketmek istediği için daha fazla üretmeli temaşası. Çalışma hayatımızın özel hayatımıza taşkınlığı, baskınlığı da bu yüzdendir. Daha fazla tüketmek için üretmelisin…

Ne yemek var?
– Balık Çorbası
– Başka?
– Bamya
– Başka?
– Et haşlama
– Başka?
– Fırında makarna
– Başka?
– Henüz ölmüş hayvan leşi üzerine jelibon kavurma!

Senin istediğin- beklediğin, lezzetli bir yemek, güzel bir sunum, güzel kokular değil. Daha başkası, daha fazlası, (n) sayıdaki alternatifi…