Çay ocağında tanıdım… Çayın yüreklerde demlenip ince belli bardaklarla içildiği bir sığınıkta… Şehrin rahatsız eden kalabalığından rahatsız, tahta iskemlelerde kurtuluruz ancak. Kedisi, velisi bir de delisi eksik olmazdı buranın. Kışın ayazından, yazın alazına doğru bir ‘merhaba’ baharında; çayın yanına muhabbeti, muhabbetin yanına da sigarayı yoldaş ederken fark ettim onu. Allah’ın selamını verip bir iskemle çekti, oturdu masaya. Tek tanımadığı olduğumdan, bir an bile tereddüt etmeden uzattı elini ‘’Ben Mahmut, Kayseri’liyim, askerliğim dışımda başka yere çıkmışlığım yoktur.’’ dedi bir çırpıda. Hani yiğit nâmiyle anılır ya, daha önce “Şavrole Mahmut”u defalarca dinlemiştim, maceraları Nasrettin Hoca’yı ksıkandıracak, Köroğlu’nu utandıracak cinstendi. “Abi, ben de Ahmet diyebildim.’’ sadece.
Mahmut Ağabey orta boylarda, esmer yüzlü, mütebessim, ortalama Anadolu insanıydı. Vakt-i zamanında pala bıyığı, uzun saçları olduğu da rivayetler arasında… Siyah, parlak gömleği, uzun, sivri iskarpinleri, Sümerbank kotuyla Şavrole’den başkasına binemezdi. Zaten Şavrole’ye de Mahmut Ağabey’den başkası yakışmazdı. Bunu fark eden ehl-i irfan , “Şavrole” nâmını uygun görmüşler Mahmut Ağabey’e…