İçeriğe geç

Ay: Mayıs 2012

Hafif Değil Gevşek Yazı

 

Balık! Eğer bir akşam yemeğinde O’nu yiyebilme ihtimalim var ise, kesinlikle es geçmem. Bu akşam, ihtimali kendim yarattım, epey yol yürüdüm ve O’na ulaştım. Ayıptır söylemesi, artık ne kadar özlemişsem, bir porsiyon hamsi bir porsiyon palamut bana mısın demedi.

Dükkândan (evet tam olarak bir dükkândı, lokanta veya restoran ismi o mekâna biraz fazla kaçardı) muradıma ermiş bir şekilde çıktığımda, önceden oluşturmuş bulunduğum “önce yemek, sonra kitap, sonra tatlı” prensibim gereği yakında bulunan kitapçıya doğru yürümeye başladım.

Prensip dedik ya, illa ki bozulacak bir zamanda bir yerde. Melun olay şöyle gerçekleşti:

Prensiplerimden ödün vermem için türlü oyunlar çevirmekte bir an bile tereddüt etmeyen hain düşmanlar, cep telefonuma gönderdikleri mesajla adeta emellerine bir adım daha yaklaşıyorlardı. Mesaj, telefon faturamın son gününün geldiğini doğrudan, uygulamayı planladığım “kutsal sıram”ın bozulacağını dolaylı olarak bana bildiriyordu. Zaten “kutsal sıram”ın bozulacağına bir hayli sinirlenen şahsım, bu tarz sıkıştırma ve kuşatma hareketlerinden de fena halde kötü etkilenmişti. Ve sonunda olan oldu.

Psişik Mevzular 8, ” Keserin Tersiyle Yapılan Düzgün Vuruşlar “

Keserin Tersiyle Çok Düzgün Vuruşlar Yaptı… Kafalar hafif meşrep, dalgalar her yerde şimdi! Hafiflik mevzu hakkında site daha kurulmazdan evvel Ahmet Güven ile aramızda devamlı cereyan eden ufak çaplı tartışmalarımız olurdu, ortalığı çaya bulayan! O kadar ki daha dün bile bu konu hakkında birbirimizi ikna etmeyi beceremeyip senin bildiğin sana benin bildiğim bana mealinden kaşık darbeleriyle sonlandırdık beraberliğimizi… Yine Ahmet Güven’ in deyimiyle akademik tatmin yaratacak yazılar; yani hafif olmayan yazılar, yani ağır yazılar kaleme alanları görünce gayriihtiyari bi’şekilde ve tabii yaşça benden büyüklere saygı çerçevesinde “ abi neden böyle yazıyosun”, akranlarıma veya küçüklerime ise sevgi ve samimiyet çerçevesinde “lan ne buluyosun bu yazılarda” diyorum… Eğer, muhatabım bir bayan ise centilmenlik çerçevesinde “hanımefendi ne kadar güzelsiniz!” diyorum. Kadınlara her şeyden…

Salih Ambalaj…

Çok işlek olmayan bir caddenin, hiç de işlek olmayan muhitindeydi. Tabelayla, reklamcılık stratejileriyle felan işi olmaz, ehli bilir ve bulurdu. Daracık merdivenlerden çıkılırdı dükkanına, bürosuna, iş yerine artık ne derseniz. Yılların verdiği yorgunlukla kreme çalan sarı kapının üstünde, yeşil harflerle Salih Ambalaj yazardı. Bu ne renk uyumu, bu ne estetiksizlik demeyin, o yazının oraya yazıldığı yıllarda ne geniş renk seçimi vardı, ne de reklam ajansları. En az düğün arabasını süsleten damat heyecanıyla süslenmişti o kapı, çiçekçiden harfler alınır, besmelelerle arkasına japon yapıştırıcısı sürülür (ki o yıllarda Japonlar ve Almanlar vardı teknoloji hayatında, Alman Malı dayanıklı, Japonun ki ise gavur ne yapıyor yav) bütün dinamik, statik hesapları uygulanır ve Ya Nasip denilerek harfler yerleştirlirdi.

İçerde renk renk, çeşit çeşit, tür tür poşetler… Pazar ve bakkal poşetleri ekseri sarı, beyaz ve yeşil olur. Ona yirmi boyutundakiler küçük, otuza elliler orta, kırka yetmişer ise büyük boyut grubundadırlar. Hani mesleğiniz biraz fiyakalıysa gramajı daha ağır, biraz daha albenilisini seçmeliydiniz. Rengi beyaz, içini göstermeyen, üzerinde resim ve iyi günlerde kullanın, yine bekleriz gibi dileklerle süslü üç buçuk gram ağırlığındaki poşetlerdir bunlar. Üzerindeki resim sevimli bir köpekten, güzel bir hanım ablaya, Türkiye’de yollarda rastlayamayacağınız otomobile kadar olabilir, bu yüzden hayal dünyanızı geniş tutun.

Yazılara Ayraç Yahut Kuş Tüyünden Bir Yazı

 Birkaç gün önce bu sitede yazan bir arkadaş, sitedeki yazıların nasıl olması gerektiği üzerine konuşurken, “hafif” yazıların makbul olduğu yolunda bir yorumda bulunmuştu. Tabii onun hafiflikten kastettiği mana “suya sabuna dokunmayan” yazılar demek değil, ben çok iyi biliyorum da, biraz takılayım istedim, “ben zaten hafif yazıyorum” diye bir karşılık verdim.

Sosyal medyanın kötü bir özelliği var, “beğen” diyorsun, olay bitiyor. “Ben zaten hafif yazıyorum” cümlesini birkaç kişi beğenince kendimi “hafif meşrep” hissettim, yalan yok. O zaman şöyle en ağırından bir yazı yazayım da, kimse yerinden kalkamasın diye düşündüm. Latife ediyorum tabii ancak bazı hususları şaka yollu açıklığa kavuşturamıyor muyuz diye de düşünmeden edemedim.

Bu satırları buraya yazmamın müsebbibi ilkokul arkadaşım ile aylar önce istişare ederken, “kafama göre takılırım, haberin olsun” dedim, “eyvallah” dedi. Bir de “sen daha iyi bilirsin, çok yazıp çiziyorsun, ben anlamam” deyince, ben “ulan şimdi sık yazmak da lazım ama tavır koyarken biraz farklı da olmak lazım” diye düşündüm. Aradan zaman geçti, malûm deneme aşaması var, yayın yok ama yazılar ekleniyor. Hikâye yazmışlığımız, şiir karalamışlığımız, bol dipnotlu yazı tecrübemiz var ama hepsini geçtim her şeyden önce tarafız. Yazmadan evvel, okuyucuya derdimizi nasıl farklı anlatırız meselesini de eklenen yazıları okuyarak sağlayayım istedim. Aman Allah’ım o da ne! Bizim “anlamayan” (!) Niyazi, öyle hikâyeler döktürüyor ki; “ulan Niyazi, alacağın olsun” dedim, “saman altından su yürüt, bir de ben anlamam ayaklarına yat.” Hikâye işini Niyazi’ye temelli bıraktım. O derdini hikâye ile herkesten güzel anlatıyor.

Ölü sayısını söylemeye dilim varmıyor!

 

İçimde fırtınalar kopuyor.

Genelde böyle derler ama benim haleti ruhiyemi anlatmakta yetersiz kalıyor. O yüzden yüksek müsaadenizle bir değişiklik yapıyorum.

İçimde depremler oluyor.

Galiba bu yerli yerine oturdu.

İçimdeki düşünceler de sallandıkça yerine oturuyor.

Deprem deyince insanın içini garip bir ürperti alır. Bana hep deprem aklıma gelince komik gelecek ama dışarı çıkmak değil de binanın en üst katına çıkmak mantıklı gelmiştir. Olası bir yıkımda en üstten pencereden adımını atarsın çıkarsın diye düşünmüşümdür. Ya bina yana yıkılırsa derseniz! Hayırlısı…

Gazetelerde manşetleri kim atıyorsa oldukça başarılılar bu konularda. Hemen yapıştırıyorlar: “ Ölü sayısını söylemeye dilim varmıyor!”. Ayrıntıları okumadan önce dedim herhalde devlet yine Uludere’yi bombaladı.

Cehaletime bakmayın. Hastaneyi evim belledim son zamanlarda. Evdeyken bile sorana gayrı ihtiyari olarak hastanedeyim diyorum. Şimdi mi? Şimdi de hastanedeyim. Hatta yarın da buradayım. Beklerim! Her saat çayımız da size ayıracak vaktimiz de olur.

Hal-i Pürmelalim(iz) Yahut Bir Derdim(iz) Var

 Betalarla, gamalarla, tetalarla boğuşurken, tahmin edemediğim doğrusal regresyona ara verip, gerçek hayata bir süreliğine döneyim dedim. Malum, özellikle matematiksel ispat gerektiren bir şeyler ile uğraşırken beyninizin zinde olması gerekir. –Gerçi beyninizin her daim zinde olması gerekir bu ülkede, hafazanallah cinayete kurban gidersiniz bir an dalsanız, ama konumuz bu değil.- Hemen bir kafein özlü içeceğe sığındım. –Kahve desem alaturka hâline ihanet edeceğim, halk arasındaki ismini söylesem reklama girecek, anlayın işte…- Neyse efendim, bu arada üç-beş rakibin boyunun ölçüsünü vereyim, ortada vezir komayım, kalelerini yiyeyim derken, bir vatandaş boyumuzun ölçüsünü verince, üç-beş satır bir şeyler okumaya karar verdim. Yapmaz olaydım.

Hastalık kardeşim. Bilenler bilir, edebiyatta estetiğe inanılmaz zaafım var, bir-iki kendini bilmez de –aflarına sığınıyorum, yeri geldi söylemeden duramadım- söz sanatını yapıştırmış sitenin göbeğine, benim elim başladı kaşınmaya. Depreşti ya bir kere, yazmadan geçmiyor. Sonra ekonometri de yalan olacak, yalan olması bir yana, alınlarının çatına şöyle dolu dolu kâğıdı koymazsam bizim diploma yalan olacak. Madem öyle, “karala yalancıktan bir şeyler, bir şeye benzemez zaten her zamanki gibi, en azından hastalık sakinleşir” dedim, dememle birlikte başladım: “betalarla, gamalarla…”

Birisi demiş “üzerimizdeki ölü toprağı kimin küreğinden”, öbürüsü yazmış “travestilerin varlığını kabul ederim ama ağır ağabeylerle muhabbete tiryakiyim.” Elim gitti telefona, arayıp “neyin kafası bu?” diye soracağım, hem sorunun suyunun çıkması hem de gecenin ilerleyen saatlerinden dolayı vazgeçtim. Bir anda da yarınki mesailerinden dolayı sahaların bana kaldığını fark ettim. Çakallık yaptım biraz işte, kimse yokken, koyup yazıyı kaçayım dedim, iyi ki de öyle demişim. Bir yandan da kendime kızıyorum, bir süre yazmayıp birisine fırsat versem de “nerdesin olum sen, özledik” dese diye bekliyorum. Ancak Şeref Bey’de sorulur o soru, biz ancak sağa sola çalım satarız kendimizi bir şey sanıp, adam önüne geleni çalımlıyor, yapacak bir şey yok.

Konuyu nereye bağlayacaksın, nasıl bağlayacaksın diye düşünme, birkaç cümle sonra bağlanacak, akıyorsa konu, dert etme.

Psişik Mevzular 7, ” Titrek Bi’Tedirginliktense Gümbür Gümbür Korkmak “

Korkunun Korkulacak Bi’Tarafı Yok , Tedirgin Olmayayım Yeter… Geçenlerde (geçenlerde dediğime bakmayın siz en az 4 ay oluyor) korku ile tedirginlik arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları düşündüm biraz; hangisi hangisini tetikliyor, hangisi hangisinin ham maddesi olabilir, insanoğlu aşağı yukarı birbirine benzeyen olaylar karşısında hangi ruh halini önce yaşar yahut birinden diğerine ruhi geçişler söz konusu mudur? Fakat ikisi arasında dişe dokunur bi’bağlantı kuramadım. Ayrı kulvarlarda zuhur eden iki ruhi hadise olduğuna dair kanaatten ziyade yeni yeni soru işaretleri oluştu zihnimde… Mevzu’u biraz daha kurcalamak gerekiyordu anlaşılan… Üşenmedim. Kurcaladım kapasitemin izin verdiği ölçüde… Ancak, olmadı. Çıkamadım işin içinden… Yapabileceğimin ancak, bütün bunların insanoğlunun fotoğrafını nasıl da değiştirdiğine ve asal sebeplerinin niteliklerine dair yüzeysel bi’değerlendirmede bulunmaktan öteye gidemeyeceğini anladım, epeyce debelendikten sonra… Debelendiğim…

Oku da adam ol!

İşte Türkiye’nin geleceği!

Baksanıza, bu ortama alışkınlar ki gayet mutlular! Geleceğimizi nezaretlere hapsetmeyelim!

Bu yaştaki çocuk suçtan ne anlar?

Çocukları değil, arkasındaki suçluları yakalayın!

Çocuk işte! Nezarette bile kamerayı görünce gülüyor!

Polise bak! Hem içeri atmış hem de şapkasını takmış çocuğa!

Vs. vs.

Uzadıkça uzar bu muhabbet. İşin özü bu fotoğraf NŞA (Normal şartlar altında)’da bir okulun internet sitesinde unutulmaya mahkûm olacaktı. Ta ki çocuklarını nezarette gören aileler ortalığı ayağa kaldırana dek! Bu fotoğrafı çekenler bilmiyorlar mıydı ki hala Türkiye’de sağduyu sahibi ebeveynler var? Demek ki bilmiyorlarmış ama artık öğrendiler hem de ünlü oldular.

Bunlar Türkiye’nin aydınlık geleceği olan çocuklarımız! Bu çocuklardan bazıları SBS mi OKS mi neyse işte, o sınavda başarılı olacak. Bazıları YGS’ de de başarılı olacak. Daha sonra üniversiteyi başarılı bir şekilde bitirecek. Sonra mı? Sonrasını bu memlekette bilen yok.