Dört kuşak aynı odadayız, teyzem, annennem, annennemin annesi ve ben. ‘’Koca Ebe’’ (sanırım küçüklüğümüzde futbolcular Küçük Hakan, Büyük Hakan diye ayırt edildiğinden bu ismi vermiştik), her sene birkaç hafta kızının yanına gelir ailenin neşe kaynağı olurdu. Bir kaç senedir üniversite maceramdan dolayı koca ebeyi göremiyordum, annemin kahvaltıda ‘’titrek ebe’’ geliyormuş demesiyle, şaşırmıştım. Bizim ufaklılıkların dilleri dönmeye başlayınca Parkinson hastalığından muzdarip kadıncağıza titrek ebe dediğini gülerek anlatmış, daha gelmeden evimize neşe dolmasına sebep olmuştu.
Koca ebe, nam-ı diğer titrek ebe yaşlılardan kimine göre cihan harbi kimine göre ise kuraklık zamanlarında doğmuştu. Yani en muteber iki rivayet bunlardı. Doğduğu ay konusunda ise bilumum sebze ve meyvenin ekilme biçilme zamanları kadar kombinasyon mevcuttur. Torunun torunu görecek kadar şanslı, hatırlayamayacak kadar muzdaripti. Parkinson Alzheimer reflü gibi ismini hala gavur askerleri sandığı bir çok hastalığa sahip, kulakları ağır duyan, elinde doksandokuzluk tesbih, sürekli secdede olmasını sağlayan beliyle, nurani bir kadındı. Hafızasının ulaşmasına izin verdiği hatıralarını anlatır, neşemize neşe katardı.
Annemin ‘’oğlum sende zaten şunun şurası kaç gün geliyorsun bizde özlüyoruz’’ sitemine, ufaklığın ‘’abim kalıyorsa bende kalırım’’ tehditine rağmen izin almayı başardım. Titrek ebe (bu yakıştırma daha çok hoşuma gitti) kaçıncı defa oğlum sen kimsin diye soruyordu. Ebe ‘’Selmin var ya’’ diyerek bağırıyor, onun oğlu olduğumu anlatmaya çalışırken Selmin’ide unuttuğunu fark ediyor, sonra annennemden başlayarak silsileyi kendimde tamamlıyordum. ‘’Ahh oğlum ahh kafa kalmadı ki’’ diye torununu unutmaktan utanıyor, anlatmaya başlıyordu. Eşlisinin yaptıklarından dem vuruyor, kıtlık zamanlarını anlatıyordu. Aslında anlattıklarının tarihi bir önemi olmasa da sallana sallana anlatması, dilinin şivesi, tabiî ki de durup durup sen kimsin oğlum demesi hoşumuza gidiyordu.